27 Aralık 2015 Pazar

İnsanlar ve Kör Noktalar

Araçların kör noklatari vardır, bilirsiniz. Seyir halindeyken hiç bir şekilde şöför tarafından görülmeyen tehlikeli kısımlar. Özellikle büyük araçların kör noktaları tehlikelidir. Her ne kadar araç aynaları buna göre ayarlansa da yine bazi noktalarda şoför sizi göremez. Trafikte bu noktalarda büyük araçlarla aynı hızda yolculuk etmemek gerekir. 

İnsanların da vardır kör noktaları, pek bi tehlikelidir. Oldu da o kör noktalardan birine denk geldiniz, size edeceği bir iki (ona göre)sıradan lakırdı ruhunuzu alt üst edebilir. 
-Beni neden bukadar kırdı?
-Niye aşağıladı? 
-Niye acımasız davrandi?
-Bu meselede denen bukadar canımı acıttı? 
-Beni\ ruhumu neden görmedi? Siz dağılmış bir şekilde sorularınızı soradurun kendinize, o herhangi bir andan geçmiş olmanın kaygısızlığı içindedir. Dağınıklığınızla beraber cesaretinizi de toplayıp bu soruları dönüp ona sorduğunuzda verebileceği cevapları tahmin etmek hiç zor değil: 
-Aa hiç farkında değilim!
Ya da:
-Abartma canım, öylesine söylemiştim. 


Kizmayın, kızmayalım. Çoğu zaman cevaplarında samimiler. Sadece tedbir olarak onların kör noktalarına yaklaşmayalım. 
Yeterince tanımıyorum, kör noktasını kestiremiyorsam? O zaman aynasına* bakalım, aynadan şöförü görebiliyorsak o da bizi görebiliyor demektir. Onu göremiyorsak, tam o baktığımız nokta kör noktasıdır. Kaçalım.
Kaçamadım da yakalandımsa? Peki, o zaman da yediğimiz darbenin acısı geçene kadar onunla seyir halinde olmayalım. İyileşelim.

*Ayna: Gözler. Gözler kalbin aynasıdır. Şaka şaka, göz değil. :) Dertlerine bakalım, kaygılarına, hüzünlerine, hayattaki meselesine... Görebiliyorsanız o da sizi görebilir. Rahatlıkla paylaşırsınız, oralar kör nokta değildir. Oradan çarpamaz size. 

(-Bu akşam yine çok metaforiksiniz. -Kızım bir türlü uyumuyordu, sabrımın sınırını aşmamak için ertelediğim bir konu hakkında düşüneyim biraz dedim. Metafor yağmuru altında kaldım.)

1 Aralık 2015 Salı

Ne yani bu çocuk hiç gülmeyecek mi?

Dokuz yaşında. Hiç gülmüyor. Biraradayken yaptığım ufak şakalar da işe yaramadı.
Dinlerken donuk. Konuşurken ise her an ağlayacak gibi ama gözleri kupkuru. "Annem dizime tencere kapağıyla vuruyor." derken hissiz.
 

İntihar ederek hayatlarından çıkmış babaya, dayakçı anneye, ruhundaki fırtınaya rağmen bu resmi çizdi. Trajik bir hayata dair ipuçları barındıran aile resmi beklerken bunu çizdi.
Havuza giden prens ve prenses. Kapıda nöbetçileri olan bir şato. Şatonun iki farklı penceresinden gülümseyen prensesin ebeveynleri ve prensin ebeveynleri.
 

Çocuksu cıvıltısını yitirmiş yine de sessizce ve genişçe hayal kurabilen bir yavrucak.

Ece Abi'nin diliyle: Ne yani bu çocuk hiç gülmeyecek mi?


25 Kasım 2015 Çarşamba

Çocuk bir imkân

Kolayca posta koyabilirliğimi, düşünmeden kestirip atabilirliğimi, ne olursa olsunculuğumu iki küçük ayağa kurban verdim. Fevriliğime ayar çekmek için bir imkân galiba bu.

Bir haftadan fazla bir zamandır anne-babalara "Hayatımızdaki yanlışları çocuklarımızı düşünerek düzeltmeli, eksiklerimizi çocuklarımızda da aynı eksikliklerin görülmemesi için hassasiyetle gidermeliyiz." diye konuşuyorum.
 

Çocuğu terbiye ettiğimiz kadar çocuktan da terbiye olacağız.
 

Çocuk hem imtihan hem de imkân. Kendimizi silkeleme, hayatımızı düzenleme imkânı.

13 Kasım 2015 Cuma

Korku ve Ümit Arasında "Uzman Anne"

Anneler hep çocuklarına karşı yolsuz, yöntemsiz, yetersiz, çaresiz...
Hep bir uzman ihtiyacı içinde. Halbuki bu bir illüzyon.

Siz kendi çocuğunuzun üzerinde ihtisas yapmış bir uzmansınız, diyorum. Gözler parlıyor. Hemen ekliyorum: Ama tabii sadece kendi çocuğunuz üzerinde.

Çünkü "yetersiz anne" sorununu bir miktar çözelim derken okulun en uzman annesi yarışmasını başlatırım diye de korkmuyor değilim.

Korku ve ümit arasını bulmak hep zor, orada kalabilmek hep zor. Bu, annelik konusunda da böyle.




25 Ağustos 2015 Salı

Ellerim Sezai Abi, ellerim ve parmaklarım...

Ellerim, ellerim ve parmaklarım bir narçiçe...
Ay yok ya çiçek miçek. Ellerim yıkıyor, siliyor, doğruyor, pişiriyor, bebek pışpışlıyor.
Ellerim çok yorgun.
Kusura bakma Sezai Karakoç. :| O şiire senin gibi devam edemeyeceğim.
Diyeceğim ki; ellerinden belli olur bir kadıncağız, dünyanın işini yapıyor gibi.
Akşamları gelir bulaşık kokuları. Sinerler evimin köşelerine. Toplanmamış mutfak habercisidir.

Ah beni silkeseler halı yerine.
Akşamları gelir kirli kokuları.
Kırgın kırgın bakma yüzüme Sezai Abi.
Şiirin bitince bitiyor hülyalar.
En güzel şarkıyı şimdi bizim elektrikli süpürge söyler.
Bu yüzden öyle romantikli kırgınlı bakma yüzüme Sezai Abi. :(



8 Temmuz 2015 Çarşamba

Kitap-bebek kucak savaşları

      Okuyan bir annenin dünyasına doğmak bir bebeğin talihi mi, talihsizliği mi emin olamıyorum. İstediği bütün ilgiyi bebeğe verince yeterince okumaya zaman kalmıyor, yeterince okumayınca da beraber yola çıktığın kervanı her gün biraz daha geriden takip ediyormuş ve bir zaman sonra da tamamen kaçıracakmış gibi bir his oluşuyor. Akabinde gelsin hüzün, gelsin agresyon, gelsin bebeğe bir miktar (itiraf edilemeyen) küslük.

     Ya istediği bütün ilgiyi bebeğe vermezsen? Kucağında biraz bebek, biraz kitap... Yok canım olmuyor, bütün rasyonel ilgi üleştirmelerine rağmen vicdan(ya da belki annelik hissiyatı) sırtını tırmalayıp duruyor.

Bilemedim. Düşünelim. İyi gelmeyecek ama yine de düşünelim.

29 Nisan 2015 Çarşamba

"IŞIK ILIK SÜT İÇ"TE KARDEŞLİK YOKMUŞ

*Yazının tamamı Nihayet Dergi Nisan sayısında yayınlanmıştır.

  " ...Tüm aile planlamalarına rağmen ve kendi üzerindeki diğer planlara rağmen bol çocuklu olan Kürt ailelerinin bireylerinin her birine bencillik duygusu bir hayli yabancıydı. Bu yabancılık aile bireyinin kendi konuşmalarından sezildiği gibi başkalarının konuşmalarına yüklediği anlamlarda da açığa çıkardı. Bir ilkokul okuma fişine yüklenen anlamda mesela...

    Öğretmen biraz sonra hecelerine parçalayıp böleceği o cümleyi özenli bir yazıyla tahtaya yazardı:
"Işık ılık süt iç." . Önce öğretmen okurdu, peşi sıra da bağırarark tüm sınıf. O andan itibaren çocuğun zihninde sahne kurulurdu. Sahnede adları Işık ve Ilık olan iki kardeş. Bu isimler ard arda doğan bu iki kardeşe birbirlerine uyumlu olsun diye konulmuştu. Tıpkı Ferdi-Ferhat, Zelal-Delal, Welat-Fırat gibi. İki kardeşe seslenirdi anneleri; içilmek için hazır olan bembeyaz, mis kokulu süt görünürdü sahnede. İki kardeş sütü beraber içmek için annelerinin sesine geleceklerdi. Hatta belki de süt sadece bir bardaktı ve aynı bardaktan içeceklerdi. Kurulan bu sahne size garip gelmesin, çocuk elbet böyle hayal edecekti. Hem tersi nasıl mümkün olabilirdi? Bir anne nasıl sadece bir çocuğa süt kaynatabilirdi? Bunu Işık kabul etse Ilık kabul etmezdi, Ilık etse Işık etmezdi. Hadi onlar kabul etti  diyelim yediyi sekizi fistanın eteğiyle aynı anda örtmüş annenin beşi-onu içine almış yüreği bunu kabul etmezdi edemezdi.

   Bu yüzden o okuma fişi, çocuk için okumayı söküp kitaplar okumaya başladığı sonraki yıllarda bile uzun süre o haliyle kaldı. Işıklı-Ilıklı, içinden çocuk cıvıltısı gelen, şen, zengin bir okuma fişiydi. Ne zaman çocuğun kardeşleri büyüdü, ayrıldı, gitti o zaman fark etti:

Işık annesinin tek kızıydı. Annesi ona ılık bir süt hazırlamıştı. Kimseyle paylaşmadan içecekti o sütü. Yapayalnız bir Işık, sıkıcı bir okuma fişinin içine düşmüştü, sus pus olmuştu.  Bu yeni kavrayış başlarda iç acıtsa da alıştı. Alışmak zorunda kaldı. 
..."
Handan Tanrıkulu Coşkun

15 Şubat 2015 Pazar

Kısasa kısas mı dedin?!


 Özgecan Aslan'ın başına gelenlerden sonra uzun bir sosyal medya gezintisinin akabinde yazdığım, "bu tür suça karşı öfkeli ama ne istediğini uzun vadede pek bilmeyen insanların ülkesi"ne dair iki hatıram:

Lisanstayken bir erkek arkadaşın sunumunda "Fatmagül'ün Suçu Ne?" dizisi tecavüz sahnesini laubali bir dille örnek vermesine sınıftan gelen kızlı-erkekli-ders hocalı mütebbessim mukabeleye karşı "Bir tecavüz vakasından bahsettiğinizin farkında mısınız?" diye çıkışmıştım da bir hayli eleştiriye maruz kalmıştım (Bu gün Özgecan'ın katillerinden birinin facebook profiline bir grup arkadaşıyla çekinmiş olduğu ve "Fatmagülün suçu ne izlerkene" yorumlu fotoğrafını gördüm de tekrar acıyla hatırladım bunu).

Yüksek lisanta yine bir sohbetvari derste "suçlunun cezası hapis olmamalıdır, işe yaramıyor." anafikirli pek hümanist yaklaşım konuşulup savunulurken "eğitim\ıslah etme bazı suçlar için geçerli olamaz, duyulan nefret ve hıncı karşılayacak birşeyler yapılmalıdır suçluya" tarzı yorumuma marksist bir arkadaş "Yani?! Kısasa kısas mı demek istiyorsun?" şeklinde karşılık vermişti. Tabii ki bu karşılığın alt mesajı "seni gidi şeriatçı amacını biliyoruz senin" idi. (Şimdi bakıyorum da sosyal medyada her görüşten herkes "kısasa kısas"cı olmuş, yine acılı bir hatırlama...)



26 Ocak 2015 Pazartesi

KUŞLAR DA GİTTİ

İstanbulluların, çocukların yakalayıp kafese koydukları kuşları parasını ödeyip "Azat buzat, beni cennet kapısında gözet." diyerek tekrar özgürlüğe kavuşturdukları zamanlar varmış.

Kitap 60'ları anlatıyor.

60'larda;  o zamanlara, azat buzatın kıymetli olduğu zamanlara, büyüklerin çocuklardan daha saf niyetli olduğu zamanlara duyulan özlemi anlatıyor.