(Kemal Burkay Röportajı, 12 Aralık 2012) *Hayatım boyunca paraya posta metelik vermedim ve hep ezilenlerin, baskı görenlerin yanında oldum. Bazıları kendi yüzlerindeki karayı bana çalmaya çabaladılar. *Ben şair olsam da politikada çoklarından daha gerçekçi biriyim. Siyasetin güç üzerinden yapılacağını bilirim. PKK’nin dağda birkaç bin silahlı adamı, BDP’nin parlamentoda grubu, ellerinde yüz dolayında belediye, para, medya ve önemli bir kitle desteği var. Benim elimde bütün bunlar yok. O halde benden neden bu kadar korku ve kaygı duyuyorlar? *Ezilenler, Kürtler, solcular ve inançlarından dolayı baskı görenler gereği gibi el ele vermediler. Hatta İslami hareket zaman zaman, 12 Mart ve 12 Eylül öncesinde görüldüğü gibi sola ve Kürt hareketine karşı kullanıldı. *BDP cenahının Kürt halkı için ne istediği belli değil. Talepleri bir günden diğerine değişiyor; azamiden asgariye geçebiliyorlar. Bu nedenle PKK’nin yürüttüğü savaşın bir anlamı da yok. Türkiye’ye döndüğünüzden beri yoğun bir program içindesiniz. Türkiye’ye alıştınız mı? İsveç’i özlüyor musunuz?
Bunca uzun bir göçmenlik döneminden sonra, ülkeye uyum sağlamakta fazla sıkıntı çekmedim. Elbet olumlu değişiklikler var, olumsuz da var. Bunlar benim için sürpriz olmadı; çünkü yurt dışında iken de ülkede olup biteni yakından izliyordum. İsveç Stokholm’de 30 yılım geçti. Doğa olarak da çok güzel bir ülke. Elbet oraya dair çok anılarım var ve özlemiyor değilim. Ama yılda bir-iki kez gidip dönerek bu özlemi gideriyorum. Kürt sorununda 30 yıllık şiddetin artık bitmesi gerektiğini, silahların tamamen susması gerektiğini yıllardır dile getiriyorsunuz. Türkiye’nin Kürt meselesiyle ilgili geldiği son noktada çözüm öneriniz, yol haritanız nedir? Ben, silahlı mücadelenin sol hareket içindeki bazı gruplar ve Kürt hareketinin bir bölümü tarafından çok istenir ve moda olduğu dönemlerde 1970’li, 80’li yıllarda da bunu yanlış buldum. Türkiye’nin ve Kuzey Kürtlerinin koşullarının farklı olduğunu söyledim, siyasal barışçıl yöntemleri tercih ettim. Yaşanan 30-40 yıllık deneyim kanımca bunu kanıtladı. Silahlı eylemlerle ne sol bir sonuç aldı, ne de Kürtler. Bedeli ise büyük oldu. Gelinen aşamada bunu görenler çok. Devlet veya hükümet kesiminde, salt silah zoruyla çözüm olamayacağına dair anlayışlar ve başka türden çözüm arayışları ortaya çıktı. PKK ve yandaşı kesimde bile silahların miadını doldurduğunu dile getiren görüşler var. Buna rağmen silahların tümden susması ve barış ortamına geçiş kolay değil. Süreç inişli çıkışlı. Her iki tarafta da hala şiddetten ve zordan medet bekleyenler, barış ve çözüm istemeyenler var. Barışa ve çözüme ulaşmak için daha çok emek ve çaba gerekiyor. PKK SİLAHI TÜMDEN BIRAKMALI Ben ilk halka olarak silahların karşılıklı susması gerektiğini söylüyorum. Bunun ardından, hükümetin Kürt sorununun çözümü yönünde atacağı güven verici adımlarla birlikte PKK silahları tümden bırakmalı. Bu güven verici adımlar, yeni anayasada Kürt kimliğinin ve anadilde eğitim hakkının tanınması, yerinden yönetim ilkesinin kabul edilmesidir. Süreç içinde siyasi suçları kapsayacak bir genel af da gündeme gelebilir ve gelmeli. Sizin için özellikle BDP cenahından “Makbul Kürt, Devletin Kürdü” eleştirileri var. Bu eleştirilerin nedeni devletin destekleyeceği\desteklediği çözüm önerileri sunmanız mı? Bunlar eleştiri değil, suçlama. Gerçeklerle hiçbir ilgisi olmayan zırvalar. Benim kimsenin adamı ya da “Kürdü” olmayacağımı, 50 yıllık siyasal hayatımı izleyen herkes bilir. Bu yarım yüzyıl, bana yönelik baskılar, tutuklamalar ve sürgünlerle geçti. Başı dik, alnı ak bir insanım. Hayatım boyunca paraya posta metelik vermedim ve hep ezilenlerin, baskı görenlerin yanında oldum. Bazıları kendi yüzlerindeki karayı bana çalmaya çabaladılar. Bunlar bilinen Nazi yöntemleri, Goebbels propagandası. Çözüm önerilerime gelince. Ben kırk yıldır Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını ve bu kapsamda eşitlik temelinde federal çözümü savundum. Evet, birlikte yaşamadan yanayım. Bence bu mümkündür, her iki halkın da yararınadır ve bunun biçimi federasyondur. Kürtçe aynı zamanda ikinci resmi dil olmalı. Bunlar “devletin desteklediği öneriler” mi? Böyle olsa ne güzel! Kürt Ergenekon’u var mı? Ergenekon, eski adıyla Kontrgerilla 1950’li yıllarda bir ABD ve NATO projesi olarak kuruldu ve toplumun tüm alanlarına -ordu, istihbarat örgütü, üniversite, medya, sağ ve sol türden siyasi partiler- sızdı. Kürt hareketine de sızdı. Bu amaçla paravan örgütler bile kuruldu. Bu örgüt zaman içinde pek çok komploya, kanlı provokasyona imza attı, darbeler için zemin hazırladı. Günü geldi, kendisine ihtiyaç kalmadığı için diğer NATO ülkelerinde tasfiye oldu, Türkiye’de ise yön değiştirerek devam etti. Ergenekon ve PKK arasında bir bağ var mı? Varsa bu bağ hala devam ediyor mu? Ergenekon’un PKK içinde bir eli olduğunu herkes biliyor. PKK’da üst düzey görev almış olup da sonradan ayrılanlar (Osman Öcalan dahil) bunu birçok kez dile getirdiler. Bu el hâlâ PKK’nin silah bırakmaması, çatışmaların sürmesi, ortamın gerilmesi için çaba gösteriyor; barışa ve çözüme karşı. BDP ÖZGÜRCE SİYASET YAPAMIYOR BDP’nin bugün izlediği siyaset için ne düşünüyorsunuz? BDP’nin izlediği siyaset kitlelerin taleplerine pek de uygun değil. Çözüm diye savundukları “demokratik özerklik” literatürde yeri olmayan, içi boş bir şey. Önemli yanlışlar yapıyorlar. ![]() KCK davası kapsamında tutuklanan KCK’lıların bazılarının aynı zamanda BDPli olması hakkında ne düşünüyorsunuz? KCK örgütlenmesi Öcalan yakalandıktan sonra ortaya çıktı. Kanımca gereksiz, yanlış bir örgütlenme. Bilindiği üzere Murat Karayılan’a, yani askeri güce bağlı ve elbet illegal. Legal partide ve belediyelerde siyaset yapan insanları böylesine illegal ve silahlı bir komutaya bağlamanın hiçbir makul nedeni yok. Bu boşu boşuna onları kriminalize etmektir. Buna rağmen ben KCK tutuklamalarını siyaseten yanlış buldum. Bu tutuklamalar ortamı daha da gerdi, diğer bir deyişle gerilim yanlılarına yaradı. Oysa çözüm, ovadakileri tutuklamak değil, dağdakileri indirmek için gerekli cesur adımları atabilmekte idi. Kaldı ki KCK içinde pek çok (1000 dolayında!) MİT ajanının olduğu bilgileri medyaya yansıdı. Eğer böyleyse devlet de bu işin ortağı ve bu tam bir skandaldır. BDP cenahında pek sevilen biri olmadığınızı tahmin etmek zor değil. Yine de sormak isterim: Kürt sorununun çözümü konusunda BDP ile aynı çözüm projesinde yer almak ister miydiniz? Görünüşe bakıp aldanmamalı. BDP cenahında herkes benimle ilgili olumsuz düşünmüyor. Orada bana hak veren, benimle ilgili olumlu duygular besleyen çok insan var. Belki bunu açıkça dile getirmekten çekiniyorlar. Çözüm konusuna gelince… Çözüm için önerilerimiz farklı. Ama bazı talepler biz ve onlar bakımından ortak olabilir. Örneğin anadilde eğitim, yerinden yönetim, Kürt kimliğinin tanınması gibi. Ortak paydalarda yan yana olabiliriz. Biz BDP’ye düşmanlık temelinde bir politika izlemiyoruz. Yakın bir zamanda HAK-PAR’da siyasete döndünüz. Partinizle siyasi arenada BDP’yi zorlayıp Türkiye’nin Kürt mahallesinde alternatifi olabilecek misiniz? Bunu zaman gösterecek. Siyasette güç dengeleri bir anda, akşamdan sabaha değişmez, bu bir süreç işidir. Ama biz Kürt sorununun çözümü ve bir bütün olarak demokratikleşme konusunda doğru politikalar izlediğimiz kanısındayız. Gelecek er ya da geç doğrularındır. Yanlış yollardan ise bir yere varılamaz. Sorun BDP’yi zorlama sorunu da değil. BDP Kürt kamuoyunun bir bölümünün desteğini alıyor, belki dörtte, belki beşte biri… Ya geriye kalanlar? Eğer iyi çalışırsak, politikalarımızı iyi anlatabilirsek yalnızca Kürt kesiminden değil, Türk kesiminden de önemli bir destek alabiliriz. Çünkü bizim politikalarımız Türkiye’nin gerek duyduğu politikalardır. Yalnız Kürt sorunu bakımından değil, diğer sorunlar bakımından da. HAK-PAR olarak seçimlerde AK partiye katılmanız teklifi gelirse, nasıl bir cevap verirsiniz? AK Parti’ye veya bir başka partiye katılmamız düşünülemez. Biz bir seçeneğiz. Kendi adımızla seçimlere katılacağız. BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması istemi konusunda ne düşünüyorsunuz? BDP’li arkadaşlar evet bir dizi yanlış yaptılar, Parlamento’yu ve genel olarak legal siyaset arenasını gereği biçimde kullanamadılar. Buna rağmen dokunulmazlıklarının kaldırılmasını yanlış buluyorum. Bu, gerilimi daha da büyütür. Eğer dokunulmazlıklar kaldırılacaksa, kürsü dokunulmazlığı dışında tüm milletvekilleri için kaldırılmalı. Dokunulmazlıkların kaldırılması sorunun çözülmesini istemeyenlerin ekmeğine yağ sürer mi, ya da kime ne kadar faydası\zararı olur? Evet, gerilim isteyenlerin, çözüm karşıtlarının işine yarar. Böyleleri her iki yanda da var. KÜRT HALKI İÇİN NE İSTEDİKLERİNİ BİLMİYORLAR Bir söyleşinizde ” Öcalan’ın ordusu var benim bir kedim bile yok” demiştiniz. Öcalan’ın sizden daha güçlü olduğunu vurgulamanızın amacı neydi? Bu bir ironiyi dile getirmeye yönelik bir ifadeydi; yoksa Öcalan çok güçlü ya da benim bir şeyim yok anlamında değildi. Malum, benim dönüşüm üzerine Öcalan ve onun yanı sıra PKK-BDP kesimi telaşlandı. Sanki ekmeklerini ellerinden alacakmışım gibi… Sanki hükümet benimle oturup bu sorunu çözecek ve onlar işsiz kalacaklarmış gibi… Oysa benim elimde o türden bir güç ve sihirli değnek yoktu: Ben şair olsam da politikada çoklarından daha gerçekçi biriyim. Siyasetin güç üzerinden yapılacağını bilirim. PKK’nin dağda birkaç bin silahlı adamı, BDP’nin parlamentoda grubu, ellerinde yüz dolayında belediye, para, medya ve önemli bir kitle desteği var. Benim elimde bütün bunlar yok. O halde benden neden bu kadar korku ve kaygı duyuyorlar? Ayrıca eğer ben sorunu çözeceksem buna memnun olmaları gerekmez mi? İşte söz konusu ifade, bir şiirimdeki “bir kedim bile yok” biçimindeki dizeye de bir gönderme yapan böylesi ironik bir anlatımdı. Ama belli ki bu kesimin gücü varsa da kendilerine güvenleri yok. Kürt halkı için ne istedikleri belli değil. Talepleri bir günden diğerine değişiyor; azamiden asgariye geçebiliyorlar. Bu nedenle PKK’nin yürüttüğü savaşın bir anlamı da yok. Bana gelince, hiçbir şeyim yok değil. Bir ordum, parlamento grubum, belediyelerim ve bol param olmasa bile, kararlıca savunduğum görüşlerim ve epeyce arkadaşım, dostum, sevenim var. Görüşler pek çok durumda, özellikle de yanlış yolda olanlar için toplardan daha ürkütücüdür. Bir rubaimde şöyle diyorum: “Yoksullar dayaktan ürker, zorbalar söz ve düşünceden…” AK PARTİ KÜRT SORUNUNDA GERİ ADIM ATTI ![]() Başbakanın bu sorunu şimdiye kadar nihayetlendirememesinin nedeni sizce nedir? Ben, hiçbir dönemde AK Parti veya onun lideri Erdoğan Kürt sorununu çözecek demedim, böyle bir iyimserliğe kapılmadım. Ama Sayın Erdoğan’a ve Ak Parti’ye karşı önyargılı da davranmadım. Tarih bazen yönetimlerin ve liderlerin önüne değişim fırsatını çıkarır, eğer onlar bunu kavrar ve buna uygun davranırlarsa değişimi gerçekleştirebilirler, dedim. Charles de Gaulle’ü ve Güney Afrika’da beyazların lideri F. Willem de Klerk’i örnek gösterdim. Bunun yanı sıra, AK Parti’nin Kürt sorununa ve genel olarak demokratikleşmeye yönelik olumlu adımlarını destekledim, yanlışlarını gördüğüm zaman da eleştirdim. Öte yandan bir sorunu çözmek salt niyete, geniş bir ufka ve cesarete bağlı değildir, güç dengelerinin de buna elvermesi gerekir. Ne yazık ki, AK Parti’nin attığı olumlu adımlar PKK-BDP kesiminde ve onlara destek olan çevrelerde gereken desteği ve karşılığı görmedi. Bu çevreler politikalarını AK Parti karşıtlığı üzerine kurmuşlar. CHP ve MHP gibi muhalefet partileri ise bu yönde atılan her olumlu adıma karşı çıktılar ve ihanet olarak suçladılar, hâlâ da öyle yapıyorlar… Öte yandan AK Parti ve lideri Erdoğan da bu konuda sorun çözmeye yeter kapsamda bir projeyle ortaya çıkmadı, gereği gibi kararlı davranmadı ve güçlükler karşısında geri çekildi. Uludere Katliamı konusunda tek bir kişinin bile şuana kadar tutuklanmamasını nasıl karşılıyorsunuz? Hükümet Uludere krizini iyi biçimde yönetemedi, olayın üzerine gitmedi, aydınlatmadı ve sorumlulardan hesap sormadı. Bunu neden yapmadı, bilemem. Ama bu tutum en başta da kendisini güç duruma düşürdü ve eğer Uludere, özellikle de hükümeti güç duruma düşürmek isteyen belli derin odaklarca tezgâhlandıysa –ki ben o kanıdayım- bu tutum en çok da hükümetin kendisine zarar vermekte. Açlık grevlerinin ertesinde ortalık durulduğuna göre sizce kaybeden devlet mi yoksa Kürtler (PKK) mi oldu? Bu eylemin kaybedeni olsa bile (grevdekilerin sağlık durumu herhalde olumsuz etkilenmiştir) kazananı pek olmadı. Üç talebin sadece biri (anadilde savunma) karşılandı. Ama hükümet zaten daha önce bu konuda bir yasa değişikliğine hazırlanmaktaydı. Öte yandan grev, iki cephe (hükümet ve karşıtları) arasındaki bilek güreşinin bir parçasıydı. Kürt Hareketi solun içinde doğdu. Ağırlıklı olarak dindar bir halk olan Kürtlere zamanında İslami kesimin yeterince ilgi gösterdiğini düşünüyor musunuz? Kürt halkıyla farklı bir iletişim ağı kurulabilseydi, PKK sorununu bugünkü düzlemde mi konuşuyor olurduk? Evet, Kürtlerin yaşadığı coğrafya’nın (Kürdistan) birer parçasını sınırları içinde tutan devletler (Türkiye, İran, Irak ve Suriye) hepsi de Müslüman çoğunluklu ve Müslüman yönetimli ülkeler. Yani bunların hiçbiri sömürgeci ve Hıristiyan bir Avrupa veya Amerika devleti değil. Ama bunların hiç biri adil davranarak Kürtlerin haklarını tanımadı; bu nedenle hepsinin de birer Kürt sorunu var. Halkla yönetim elbet aynı şey değil. Yönetimler demokrat ve adil olmayınca çoğu zaman kendi halklarına da zulmederler. Bu söz konusu dört devlette de görüldü ve görülüyor. Saddam’ın, Şah’ın (onun yanı sıra şimdiki İran rejiminin) Suriye’de Esat rejiminin yaptıkları ortada. 1925’te, 1938’de, 12 Eylül döneminde Türkiye’de yaşananlar da ortada. Ezilenler, Kürtler, solcular ve inançlarından dolayı baskı görenler gereği gibi el ele vermediler. Hatta İslami hareket zaman zaman, 12 Mart ve 12 Eylül öncesinde görüldüğü gibi sola ve Kürt hareketine karşı kullanıldı. Halk, örneğin İslamcı kesim yeterince bilinçli olsaydı elbet bu oyuna gelmez, hak ve özgürlük isteyen toplum kesimlerine, yani demokrasi mücadelesine destek verirdi. Böyle olsaydı zaten Kürt sorunu daha erken bir tarihte çözülür ve bugünkü şiddet sarmalını yaşamazdık. Suriye’deki genel durum ve Kürtlerin statüsü için yakın gelecekte ne öngörüyorsunuz? Suriye’de rejim uzun süredir direnmekte, bu ise çatışmanın bir iç savaşa dönüşüp oldukça kanlı ve yıkıcı bir biçim almasına yol açmakta. Yine de daha uzun süre böyle devam edemez. Ben uluslararası güçlerin ve Suriye’nin komşularının yakın zamanda bir uzlaşmaya vararak Suriye’de silahları susturacakları ve ilgili tarafları bir masa etrafında bir araya getirecekleri kanısındayım. Çözüm ise tüm taraflara güvence verecek bir siyasi ve idari yapılanmadır. Bana göre bu, tüm etnik gruplara, çoğunlukta oldukları bölgelerde güvence sağlayacak federal ve demokratik bir yapılanma olabilir. Kürtler de çoğunlukta oldukları bölgede özerk bir yönetim oluşturabilirler. Irak’ta Kürtlerin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Kürdistan yönetiminin Irak hükümetiyle yaşadığı kriz nereye varır, İran’ın bu krizdeki tavrı ne olur? Irak’ta Anayasaya uygun biçimde oluşmuş bir Kürdistan Federe Bölgesi var. Ancak merkezi yönetimle sorunlar bitmiş değil. Bunlardan biri Kerkük’ün statüsünün ne olacağıdır. Anayasa’nın 154. Maddesi uyarınca Kerkük vilayetinde bir referandum yapılıp halkın eğiliminin (Kürdistan bölgesine katılmayı isteyip istemediğinin) saptanması gerekiyordu. Ama merkezi hükümet bunu hep engelledi, yani anayasayı uygulamadı. Buna bir de enerji kaynaklarını, özellikle petrol ve doğal gazı işletme konusunda merkezi hükümetle Kürdistan bölgesi arasında doğan sorunlar ve Suriye sorunundaki tutum farkı eklendi. Bilindiği gibi Maliki hükümeti İran’la birlikte Suriye’yi destekliyor. Bütün bu nedenlerle Bağdat’la Erbil arasındaki gerilim son dönemde büyüdü, bir çatışma noktasına geldi. Şu anda gerilim bir parça düşmüş bulunuyor. Belli ki bu sürtüşme kolay çözülmeyecek ve bölge yeni sorunlara gebe. |
18 Aralık 2013 Çarşamba
BDP ÖZGÜRCE SİYASET YAPAMIYOR
25 Ekim 2013 Cuma
KAFA KONFORUMUZU BOZAN ADAM: SALİH MİRZABEYOĞLU
(Röportaj,10 Şubat 2013)
Terör Örgütü Lideri olduğu iddiasıyla 1998’de
gözaltına alınarak yargılanan ve müebbet hapis cezasına çarptırılan Salih
Mirzabeyoğlu kimdir? Mirzabeyoğlu’yu hapse götüren süreç nasıl işlemiştir? Hala
işkence görmekte midir? 28 Şubat dönemi mağdurlarından Salih Mirzabeyoğlu (İzzet Salih Erdiş) hakında merak edilen soruları “Salih Mirzabeyoğlu İçin Hukuk Platformu” üyesi Araştırmacı Yazar Selim Gürselgil’e sordum.
*Amerikalı yetkililer 1986 yılından beri Mirzabeyoğlu’nun yazdıklarını takip ediyor.
*Bazı siyasi suikastler, sansasyonel eylemleri hukuken olmasa da psikolojik olarak Salih Mirzabeyoğlu’nun üstüne yıkmışlardır.
*Telegramı ispatlamak, ancak devlet eliyle mümkün olabilir
1) Salih Mirzabeyoğlu kimdir? Neden hapistedir? Kısaca anlatır mısınız?
Salih Mirzabeyoğlu, “Yürüyen Büyük Doğu” olarak da bilinen İbda Fikriyatının kurucusudur. Büyük Doğu - İbda, basitçe, İslam esaslarına sımsıkı bağlı bir dünya görüşü, bir vasıta sistemdir. Salih Mirzabeyoğlu bu fikriyatın kurucusu, mimarıdır.
Neden hapiste olduğu sorusu ilginç ve bir o kadar da zor bir soru... 25 Ocak 1991 tarihindeki Körfez Savaşını protesto gösterilerini bilir misiniz? Yurt çapında, bir çok ilde, Cuma namazından çıkan halk, Amerikan ve İsrail bayrakları yakarken, polisle çatışmış, bir kişi ölmüş, çok sayıda kişi yaralanmış ve gözaltına alınmıştı. Bütün bu olayların sorumlusu Salih Mirzabeyoğlu sayıldı. Neden? Bu “neden”e cevap vermek çok zordur. Amerikalı yetkililerin 1986 yılından beri onun yazdıklarını takip ettiğini biliyoruz; belki ondandır.
Neticede Salih Mirzabeyoğlu ağır işkencelerden geçti o zaman ve tutuklandı. Sonra 28 Şubat dönemi gelince, her yerde gördükleri Müslümanlara saldırırken, onu dışarıda bırakacakları beklenmiyordu. 28 Şubat son derece planlı bir operasyondur ve sonunda Salih Mirzabeyoğlu’na uzanacağı tahmin ediliyordu. Neden?
Salih Mirzabeyoğlu, İbda Mimarı olduğu içindir. Bu benzeri olmayan fikir hareketini ortaya koyduğu içindir. Başka bir sebebi olamaz.
2) Mirzabeyoğlu’nu hapse götüren süreci anlatır mısınız?
Salih Mirzabeyoğlu’nu hapse götüren süreç, yukarıda değindiğim gibi, 1991 yılındaki Birinci Körfez Savaşı ile
başlamıştır. Mirzabeyoğlu, bu savaş başlamadan önce, çeşitli dergilere “Amerikan karşıtı” ifadeler içeren röportajlar vermişti. O gözaltına alınıp işkenceden geçirilince, süreç farklı bir şekilde işlemeye başladı. Onu seven bir gençlik zümresi, illegal eylemlere başladı. Daha önce yoktu böyle bir şey... Salih Mirzabeyoğlu işkencehanedeyken başladı. Sonra etki tepkiyi doğurdu ve giderek bu devam etti.
28 Şubat dönemine kadar, bu gençlik kesiminin illegal faaliyetlerinden Salih Mirzabeyoğlu’nu sorumlu tutmak, hatta sorumluluğu bırakın, bizzat onların lideri olarak yargılamak, hiçbir savcının, hâkimin aklına gelmiş bir husus değildi. Çünkü böyle bir vakıa yoktu. Salih Mirzabeyoğlu bu gençleri bizzat tanımıyordu ve onlarla hiçbir zaman bir arada olmamış, onların faaliyetlerine hiçbir yönünden katılmamıştı. Ne var ki, 28 Şubat dönemi gelince, onu bu konumda içeri aldılar. Zaten başka bir şeyle de suçlayamazlardı. Onu mahkûm etmek için tek tutunabilecekleri dal buydu.
Tabii işin bir başka yönü daha var. İllegal faaliyetler derken, bu gençlerin illegal faaliyetlerinde ölümle sonuçlanan ve kaba anlamıyla terör denebilecek bir şey yoktur. Ne var ki, hiçbir zaman faillerinin kim olduğu anlaşılmamış bazı “provokasyonlar” vardır. Bazı siyasi suikastler, bazı sansasyonel eylemler... Bunları hukuken olmasa da psikolojik olarak Salih Mirzabeyoğlu’nun üstüne yıkmışlardır. Psikolojik olarak sözünü lütfen yabana atmayın: Kamuoyuna Salih Mirzabeyoğlu bütün o sansasyonel hadiselerin de müsebbibiymiş gibi gösterilmiştir. Zaten bu yüzden 10-12 senedir, “Salih Mirzabeyoğlu gerçekten suçlu muydu, değil miydi?” diye bile kimse merak edememiş, dosyasına kimse el sürememiştir. Onu sanki “asrın teröristi” gibi lanse ettiler ve yıllarca herkes bu davaya yaklaşmaya korktu.
3) Mirzabeyoğlu ve arkadaşları 2000 yılında hapishaneye düzenlenen Noel Baba Operasyonu’nun da mağduru. O operasyonu ve sonrasında yaşanan mağduriyeti anlatır mısınız?
Salih Mirzabeyoğlu’na hapishanede bir linç girişiminde bulunacaklarını herkes tahmin ediyordu. Bu amaçla ilk defa 5 Aralık 1999 günü geldiler. O gelişlerinde silahsızdılar. Rutin koğuş araması yapacağız dediler, bir anda yüzlerce asker koğuşa doluştu. Coplarını çekip herkese vurmaya başladılar. Koğuştakiler de onlara cevap verdi. Sayıca beş on misli olmalarına rağmen, başaramadılar. Ve bunu “ağır bir yenilgi” olarak kabul ettiler. Tekrar saldırmak için 50 gün sonrasını, 25 Ocak 2000 tarihini seçtiler. Bu sefer ağır silahlar ve yakıcı gazlarla kuşanmışlardı. Sabahın köründe düşman kampını basar gibi koğuşa saldırı düzenlediler. Ortalık, gaz bombaları ve mermilerle bir anda gözgözü görmez bir cehenneme döndü. Koğuştakiler kendilerini ve Salih Mirzabeyoğlu’nu korumaya çalışıyor ve sadece tekbir getiriyor, slogan atıyor ve bu surette direniyorlardı. Akşama kadar sürdü operasyon. 10-15 civarında tutuklu mermilerle vuruldu. Sencer Kartal adlı genç şehid oldu. Aynı saldırıyı Bandırma
Cezaevi’ndeki İbda mensuplarına karış da yaptılar. Orada da Hasan Meriç adlı genç şehid oldu. Bu iki saldırıya, hem yılbaşının hemen ardından yaptıkları, hem de Batı Çalışma Grubu adına yaptıkları için “Noel Baba Operasyonu” adını verdiler.
Bu operasyonun Metris’teki ayağında en sonunda Salih Mirzabeyoğlu’nu ele geçirmişler. Ellerini arkadan bağlayp öldüresiye vurmaya başlamışlar. Çok ağır şekilde yaralayıp bırakmışlar. Bu şekilde ellerini arkadan kelepçeleyip Kartal Cezaevi’ne götürmüşler. Oranın girişinde de saldırmışlar. Ve sonra tek kişilik bir hücreye koymuşlar. İşte “telegram” denen olay, Kartal Özel Tip Cezaevi’ndeki bu tek kişilik hücrede başlıyor.
4) Mirzabeyoğlu’na idam cezası verilmişti. Bu hatadan nasıl dönüldü?
Mahkeme safahati çok kısa sürdü. Bu tür davalarda rekor sayılabilecek kadar. Hatta belki de siyasi davalar içinde Salih Mirzabeyoğlu davasının hiçbir örneği yoktur. En basit davalar bile yıllarca sürerken, o sadece 14 ay... 14 ay denince, üç ayda bir duruşma olduğuna göre, topu topu 4-5 duruşma... İlk duruşmalarda hâkim Sedat Karagül var. Onu birkaç duruşma sonunda görevden alıyorlar ve yerine Metin Çetinbaş’ı atıyorlar. Metin Çetinbaş, çıktığı ilk duruşmada kimlik yoklaması yapıyor, ikincisinde hüküm veriyor: İdam... Sonradan Metin Çetinbaş’ın 28 Şubat gizli brifinglerine katıldığı, Ergenekoncu olduğu da ortaya çıkıyor. Ama bu o zaman jet hızıyla sonuçlandırılıyor.
Bu hatadan dönülme diye bir durum yoktur. AB muktesebatınca idam cezası kaldırıldığı için, idamlıklar “ağırlaştırılmış müebbet”e çevrildi. Hepsi bu!
5)Mirzabeyoğlu hapse girdiği ilk günlerden buyana işkence gördüğü söyleniyor. Gerçekten işkence hala devam ediyor mu? Hapishane koşulları nasıl?
“Telegram” denilen bu işkence, 2000 yılı başlarından bu yana, tam 13 yıldır kesintisiz devam etmektedir. Zaman zaman yoğunlaşmakta, zaman zaman seyrelmektedir. Salih Mirzabeyoğlu bu işkencenin mahiyetini farketmiş, hatta ne olduğunu anlamak ve anlatmak için ciltlerce kitap yazmıştır. Fakat zaman zaman mukavemetinin çok dayanılmaz olduğunu biliyoruz. Mesela kısa bir süre önce gelen bir haberde “üç gün boyunca bana namaz kıldırmadılar” demiştir. Çok küçük bir hücrede, günde sadece bir iki saatliğine 20-30 metrekare bir havalandırmaya çıkabilmektedir. Bedenen ağır hasarları vardır. Hatta yürüyemeyecek kadar...
6) Telegram da Mirzabeyoğlu’na uygulandığı iddia edilen bir işkence yöntemi. Bu nasıl bir yöntem, anlatır mısınız? Mirzabeyoğlu’na hala bu işkence yapılıyor mu? Yapılıyorsa bunu ispatlamak mümkün mü?
Telegram, son derece komplike bir işkence yöntemidir. Bizim anladığımız kadarıyla, elektromanyetik dalgalar ve başka bazı vasıtalar kullanılmaktadır. Zihne sesler ve görüntüler yollanmakta, vücudun çeşitli bölgelerine yakıcı ve acı verici tazyikler uygulanmakta, uykusuz bırakılmakta ve bu sürekli biçimde devam etmektedir. Salih Mirzabeyoğlu, konuya ilişkin kitaplarında bu hususu uzun uzadıya ve ayrıntılarıyla anlatmaktadır. Dünyada bu işkencenin tek kurbanı da değildir. Fakat nadiren yapılmakta olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü çok sayıda kurban olursa, çok sayıda feryad yükselir, o zaman dikkat çeker. Oysa bazı kişilere yapılınca, onların aklını kaçırdığı kolayca düşünülebilir. Zaten bu işkencenin uygulandığı bir çok kişi de yaşamamakta, ya canına kıymakta, yahut gerçekten aklını kaçırmaktadır.
Telegramı ispatlamak, ancak devlet eliyle mümkün olabilir. Çünkü –herhalde- bu seansların yönetildiği bir merkez veya merkezler vardır ve bunları da ancak devlet –isterse- bulup ortaya çıkarabilir. Bunun dışında, konu münferit olmadığı ve dünyada da örnekleri olduğu için, konunun uzmanı kimselerin yapacağı araştırma ve incelemeler de bazı müspet sonuçlara yol açabilir.
7)Başbakan, CHP Milletvekili Veli Ağbaba`nın verdiği TELEGRAM soru önergesine cevap vermeyi reddetti. bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bizim anlayışımız içindeki devlet adamı sorumluluğuna yakışmamıştır. Kamuoyu bu konuda açıklama bekliyor. Bu iş şöyledir, doğrusu böyledir. Efendim telegram vardır veya yoktur. Bunu Başbakan açıklamayacaksa kim açıklayacak? Başbakan yardımcısı? Hayır, o da yok... Bu konudaki sorular karşısında tık yok... Bu suskunluğun kaç türlü anlamı olabilir? A) Biz de işin içindeyiz, kurcalamayın. B) Ne olduğunu biliyoruz ama, konuşamayız, tehlikeli
mesele C) Bilmiyoruz, öğrenmek de istemiyoruz. Bizim umurumuzda bile değil... Hangisi?
8) “İşkenceye karşı sıfır tolerans…” ilkesi Mirzabeyoğlu için de işletilmedi mi?
“İşkenceye karşı sıfır tolerans” bir çok kişi için işletilmiyor... Veya kimseyi doğrudan suçlamayalım da şöyle diyelim: Sistem içinde işletilmesini engelleyen unsurlar bulunuyor... Sonuçta bu 100 yıllık bir devlet geleneği haline gelmiş... Üzerine tam bir ciddiyetle gidilmeyince, kolayca sökülüp atılamıyor. Üzerine tam bir ciddiyetlede gidilmiyor, onu da belirtmek lazım... Yoksa imkân mı var yapılabilsin?... Kötü olan “açığa çıkan işkence” sayılıyor; “açığa çıkmadıysa”, rahvan gitsin...
9) İşkence konusunda nerelere başvurdunuz, ne tür girişimlerde bulundunuz?
Salih Mirzabeyoğlu’nun şahsen başvurduğu hiçbir makam ve şahıs yoktur. Hatta bugüne kadar revire bile çıkmadğı ve bir aspirin dahi yazdırmadığı biliniyor. Onun adına, işte kamuoyu nezdinde çeşitli girişimlerde bulunuluyor. Bir vicdan sesi oluşması ve bu sesi de yukarıdakilerin duyması bekleniyor.
10) Avukatları tarafından dava AİHM’e götürüldü. Bir sonuç çıktı mı?
Bizim bildiğimiz kadarıyla bir AİHM başvurusu değil de, AİHM başuru girişimi sözkonusu olmuştur. Sonuç alınamayacağı anlaşıldığı için sürdürülmemiştir.
11) Salih Mirzabeyoğlu 28 Şubat mağduru, müebbet hapis cezası almış. Mirzabeyoğlu ve diğer 28 Şubat mağdurlarının mağduriyetleri nasıl giderilecek?
Bu konu önemli bir konudur. 28 Şubat Sürecinde büyük bir facia yaşandı. Bu faciayı geriye dönük olarak düzeltme şansı ne yazık ki yoktur. Ne var ki, halen süren zulüm ve haksızlık derhal durdurulabilir.
Sadece Salih Mirzabeyoğlu değil, bir çok kişi halen 28 Şubat mağduru olarak cezaevlerinde. İbda Mensupları arasında bir çok isim var bu konumda. Mesela 15-20 yaşlarında bir genç, bir birahanenin camına bir taş atmış, yakalanmış. 28 Şubat Sürecinden önce 3 yıl, 5 yıl cezayla yargılanıyordu. 28 Şubat Süreci ve “brifing”ler, DGM ziyaretleri başlayınca, hemen iddianameleri değiştirildi. Bu sefer işledikleri suçtan değil, “anayasal düzeni cebren değiştirmeye teşebbüs” suçundan yargılanmaya başladılar. Dolayısiyle idam aldılar, müebbet aldılar. Halbuki attıkları bir taştır; ne ölüm, ne gasp, hatta ne yaralama... Bizim bu durumda bir çok arkadaşımız var hapiste. 18 yıldır yatanlar var: Cihad Özbolat, İsmail Uysal, Eyüp Ethem Köylü gibi...
Sonra İbda davası dışında bir çok Müslüman da var. Mesela sağlık durumu da iflas etmiş bir Metin Kaplan örneği var. Bu örnekle bir şey hatırlayalım: 28 Şubat döneminde çok sayıda “uydurma örgüt” davası açılmıştır Müslümanlara yönelik. Adam orada mesela Kelam diye bir dergi çıkarıyor, onu çıkaranları “Kelam örgütü” diye içeri tıkıyorlar. Böyle çok sayıda örnek vardır. Hatta hatırlayın: Bazı illerde cemaatleri bile “silahlı örgüt”ten içeri atmaya çalıştılar: Mesela İsmail Ağa Cemaati, Gülen Cemaati falan “silahlı terör örgütü” olmaktan dolayı hapsi boylamalarına ramak kalmıştı. Çok sayıda mağduriyet yaşandı ve yaşanıyor. Mahallesindeki kadınlara Kuran dersi veriyor diye karakola çağırılıp hesaba çekilen sıradan ev kadınları vardır. Hatta sadece Müslümanlar değil: İşte Ahmet Kaya, Pınar Selek, andıçlanan gazeteciler, onlar da 28 Şubat hukuksuzluğunun kurbanlarıdır. Bunların acilen düzeltilmesi gerekiyor...
12) 28 Şubat sürecinde yapılan zulümlere yönelik hak arama mücadelesinin görüldüğü bir dönemde sıra ne zaman Mirzabeyoğlu’na gelecek sizce? Ya da gelecek mi?
Salih Mirzabeyoğlu, 28 Şubat mezaliminde prototiptir. İlk önce ele alınması gerekir. O ele alındıktan sonra görülecek ki, gerisi çorap söküğü gibi gelir. Düğümün ucu ondadır.
Tabii bunu yapacak kimselerin de öncelikle iyi niyetli ve bunun yanında cesur olmaları gerekir. Yoksa oturduğun yerden 28 Şubat’a atıp tutumanın bir anlamı yok. 28 Şubat geçti, gitti; geçmişe dokunabilmek mümkün mü? Halbuki bugün “devam eden bir 28 Şubat” var; bir Salih Mirzabeyoğlu var; ondan ne haber?
13) F-tipi hücrelerin tecrit merkezi olduğunu düşünürsek bu tür hapishanelerin kapatılması gerektiğini düşünüyor musunuz?
F Tipi Cezaevlerini savunanlar, hatta inşa edenler, dünyanın başka ülkelerinde de bu tip cezaevleri olduğunu söylüyorlar. Yalnız burada bir dolandırıcılık var: Batı’da insanlık suçu işlemiş ağır derecede canilere, sapıklara, manyaklara uygulanan tecrit, Türkiye’de “siyaset suçu”ndan tutuklanan herkese uygulanıyor. Mesela “parasız eğitim isteriz” diye pankart açan öğrenciye uygulanıyor, mesela 14 yaşında tutuklanmış Yakup Köse’ye uygulanıyor... Düşünebiliyor musunuz? Şimdi F Tipinde tecrite tabi tutulmak için bir suçtan hüküm giymeye gerek yok; herhangi bir şekilde tutuklanmanız yeterli... F tipi zaten tecrit amacıyla yapılmış bir cezaevi... Başkalarının azılı katilleri ıslah ettikleri veya cezalandırdıkları şartlarda, bizde önüne gelen herkes tutulabiliyor. Mesela Batı’da bir hücresi vardır adamın; akşamları orada yatar. Ama gündüzleri kapısı açılır, diğer mahkumlarla bir arada bulunur. Buradaki F tiplerinde öyle bir şey
yoktur. Yalnızlaştırma esastır. Yavaş yavaş, günden güne kişiyi ruhen ve bedenen çökertme ve yok etme amacı vardır.
Evet, F tipleri çok kötüdür ve çok kötü biçimde kullanılmaktadır. Fakat iş bütün hukuk sistemiyle alakalı. Tutukluluk halleriyle, yargılama süreleriyle, suçlama ve mahkum etme biçimleriyle, her şeyiyle zulüm üreten bir yapı var. Ve F Tip cezaevklerindeki tecrit de bu zulmün bir parçası!
14)Mirzabeyoğlu Kemalizme yaranma adına verilen bir kurban mı?
Kemalizme yaranma adına mı, başka birilerine mi, cevap vermek zor. Çünkü bundan birkaç sene önce, henüz Van Minüt sözkonusu değilken, bir İsrailli yetkilinin demeci çıktı Türk basınında... Noel Baba Operasyonu’ndan sonra, İsrailli yetkililere giden Türk yetkililerin, Salih Mirzabeyoğlu için, “merak etmeyin O’nun dişlerini söktük” dediklerini anlatıyordu. İngilizce’de “dişlerini sökmek” deyimi olmadığı için, “dişlerini çekmek” olarak anlamışlar ve çok gülmüşler bu deyime... Başka yerlere de bu tür raporlar verildiyse, talep doğrudan onlardan geldiyse, bilmiyoruz orasını...
Belki söylediğiniz şey, bugün için doğrudur.
15)Mirzabeyoğlu’na “Kafa Konforumuzu Bozan Adam” diyorsunuz, ne demek bu?
Kafa konforumuzu bozan; “bizi fikir ıztırabına davet eden” anlamında... Düşünmeyen insan rahat ve mutludur. Uçurumlar ve tehliker görmek düşünen insan içindir. Salih Mirzabeyoğlu, uyumadan önce okunacak kitaplar yazmıyor. Salih Mirzabeyoğlu okuyucusunu fikir çilesine davet ediyor.
16) Mirzabeyoğlu- Necip Fazıl ilişkisini nasıl tanımlarsınız? Bu bir halef-selef ilişkisi mi?
Necip Fazıl’ın 40 yıllık Büyük Doğu Mücadelesi içinde sık sık yükselttiği bir ses vardır:
“Ey genç adam neredesin?”
“Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı”
Ve bu minvalde, onlarca defa yazmıştır. Salih Mirzabeyoğlu’nun çıkardığı Akıncı Güç dergisini görünce de, o zaman yadığı Ortadoğu gazetesinde (1979) “Müjdelerin Müjdesi” başlıklı bir yazı-duyuru yayınlatmıştır. Bu duyuruda Akıncı Güç dergisinin baştanbaşa Büyük Doğu destanı olduğu gibi ifadeler kullanmıştır. Bu yazıdan sonra Salih Mirzabeyoğlu ve arkadaşları Üstad’ın yanına gitmişler ve Üstad’ın vefatına kadar da onunla olmuşlardır. Bilindiği gibi, bu tarihlerde Büyük Doğu yayınlanmıyordu. Üstad’ın “Rapor” adını verdiği broşürler yayınlanıyordu. Ve bu broşürler “Necip Fazıl ve
Yeni Dostları” şeklinde imzalanıyor, onlarda Üstad’ın yanında Salih Mirzabeyoğlu da yazıyordu. O günlerle ilgili Salih Mirzabeyoğlu bir çok şey anlatmış, hemen hemen her eserinde Üstad’ın bizzat söylediği sözlerine yer vermiştir.
İşin bu hikaye tarafından sonra, fikrî ve ruhî nisbet yönüne geçebiliriz: Büyük Doğu – İbda bir fikir ve aksiyon mektebidir. Bu mektebin manevi önderi Esseyyid Abdülhakîm Arvasi Hazretleri, fikrî temellendiricileri de Necip Fazıl ve onun halefi ve talebesi Salih Mirzabeyoğlu’dur. Büyük Doğu – İbda “İslama Muhatap Anlayış”ın dünya görüşünü örgüleştirmiştir. Necip Fazıl bu dünya görüşünün nasıl tarafını, ruhunu, metodunu, Salih Mirzabeyoğlu ise niçin tarafını, aksiyonunu, idealizmini getirmiştir.
17)Mirzabeyoğlu’nun 6 ciltlik “Tilki Günlüğü” kitabı ilginç bir kitap, kitabı okuduğu halde anlamadığını söyleyenlerin sayısı bir hayli fazla, anlamanın yolu nedir?
Tilki Günlüğü tarihin belki de en gizemli romanı... Bunu abarttığımızı düşünmeyin: Çünkü bu roman, yayınlandığı ilk yıllarda öyle olaylara konu olmuştur ki, anlatılır gibi değil... Yabancı istihbarat servisleri kitabın üzerine eğilmiş, polis sorgularında mutlak sorulardan biri hep Tilki Günlüğü olmuş, hatta Jitem “bu kitabı nasıl anlayacağız” diye adam kaçırmıştır. Daha bir çok şey... Daha yayınlanmadan, bazı sayfalarının polis operasyonunda kaybolması ve o sayfaların kitap basıldığında da eksik olması da cabası... Onunla, olması gerektiği gibi edebiyat çevreleri değil, saki kriminal bir hadiseymişçesine istihbarat servisleri ilgilenmiştir.
Tilki Günlüğü’nün kendisi Türk edebiyatına büyük bir eleştiridir de... Türk edebiyatının çürüklüğünü ve nihayet yokluğunu gösteren bir ayna gibidir. Çünkü –yukarıda anılan – fırtınalar koparken edebiyat çevreleri Tilki Günlüğü’ne el sürmeye cesaret bile edememiştir. Eleştirmenler, ona ayna olacakları, onu okuyucuya gösterecekleri yerde, o eleştirmenlere ayna olmuş ve onların yokluğunu göstermiştir. Başka bir dilde, başka bir kültür ikliminde, daha güçlü bir edebiyat çevresinde ortaya çıksaydı, Tilki Günlüğü olduğundan çok daha fazla konuşulur, tartışılırdı; ve özellikle kriminal bir olaymış gibi karşılanmazdı. Halbuki şu an Salih Mirzabeyoğlu’nun maruz kaldığı telegram işkencesinde materyal olarak kullanılıyor Tilki Günlüğü; seminerlerde, panellerde tartışılmak yerine...
Tilki Günlüğü, her şeyden önce bir dil hadisesidir. Kâinatın kelimeler halinde lugatta toplu olduğunu gösteren bir eserdir. Türk dilinin köküne kadar yapılan bir yolculuktur. Bu anlamıyla bütün
dillerin de... Çünkü bütün diller bir dildir, bir dilin açılımlarıdır – Tilki Günlüğü işte bunu gösteriyor.
Tilki Günlüğü’nü her okuyucu kendi kültürüne, hayat tecrübesine göre, şu veya bu biçimde anlayabilir. Tilki Günlüğü okunup geçilecek bir kitap değil; hayatın içinde hep yeniden bakılacak bir başvuru kaynağı, bir başucu eseri... Bilindiği gibi, bir hadiste, “İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar” uyurulmuştur. Tilki Günlüğü, işte bu uyku halinin, bu uyku halinde görülen rüyaların ve yaşanan maceraların bir tabirnamesidir. Bir rüya tabirnamesir. Bir dünya tabirnamesidir. Bu anlamıyla her okuyucusunun içinde kendini bulacağı, her vesileyle yeniden hatırlayacağı, yeniden bulacağı bir eserdir. Tilki Günlüğü bir bakıma, okuyucusuyla var olan bir eserdir.
Tek cümlede özetlenebilecek roman mantığı olarak basit: Salih Mirzabeyoğlu’nun, Üstad Necip Fazıl tarafından kendisine yazılacağı söylenen “takdim yazısı”nı arama ve bulma macerası... Üstad Necip Fazıl’ın ona, “bir takdim yazım olacak, bütün hüviyetin görünecek” dediği, ama o takdim yazısının ne olduğun belirtemeden vefat ettiği şartlarda; Salih Mirzabeyoğlu’nun takdim yazısını arayışı ve “ben kimim?” davasına girişinin hikayesidir. Ama toplam olarak sadece o kadar değil: Okuyucusunun da kendini arayışının ve kendi “ben kimim?” sorusu etrafında kendi “egoloji – ben bilgisi” davasına düşüşünün rehberi...
3 Ekim 2013 Perşembe
Ruhi Marazlara Sebep Olan İtiyadlar*
1. Bir düşünceyi en zalim şeklini alıncaya kadar kafada evirip çevirmek itiyadı.
2. Olayların daima ekşi yüzünü görüp ekşimek itiyadı.
3. Her sevdiği şeyi kendinden çok uzakta, erişilmez düşünme itiyadı.
4.(Bu çok feci) Kendisini başkası ile tarif etmek. Böylece her tarifte başkalaşmak.
*Alışkanlıklar, huy
15 Temmuz 2013 Pazartesi
Yakın bütün kişisel gelişim kitaplarını !*
Kişisel Gelişim kitapları hayatımıza girdi gireli kendimizi çok şeye sahip addeder olduk. Bu kitaplarla biz artık" her işe lazım %100
düşünce gücü"ne sahiptik, kocaman bir egomuz vardı. 3 adımda mutluluğu buluyor, 5
adımla zengin oluyor, önümüzdeki her şeyi tekmelediğimiz birkaç adımda da
kendimizi en öne geçirip (Hakkımız mıdır değil midir muhasebesine gerek yok.)
her ne varsa sahip oluyorduk.
Herkesi rakip, her
anı mücadele anı görüyorduk. Av peşinde koşmamız öğütleniyor, avı paylaşmak ise
es geçiliyordu. Her şey, herkes bizim çevremizde dönsün istiyorduk.
Alternatif var mı?
Bu karanlık tablonun kaynağı kişisel gelişim kalabalığına alternatif var mı peki? Alternatifler hep oldu ancak;
kalabalıkta cılız birer ses kaldılar. O zaman yakalım modern beyaz adamın egosuna
ithaf ettiği kişisel gelişim kitaplarını! Cılız kalmış alternatiflere yer
açalım. Bakın neler diyorlar kendilerine yer açılmasını bekleyen alternatifler:
Efendim,
1.Bir gelişim hedeflenecekse
olaya bireysel yaklaşmayın. Fert fert kendi gelişiminiz toplumu, toplumun
gelişimi sizi etkileyecektir. Aksi durum ancak; bir toplumun ferdi olmama
imkansızlığında imkan dahilindedir.
2.Kişisel gelişlim kavramının
kendisini kurcalayın. İçini kendi hayat görüşünüzle doldurun. Yoksa gelişimin
sizi getirdiği noktada bir yabancıyla karşılaşabilirsiniz. Değerlerine,
inançlarına, ideallerine yabancı biri.
3.Gelişim hedefleriniz arasında bir yetime şefkat
gösterebilmek, kendin için düşündüğünü başkaları için de düşünmek, hayatınızda
görmediğiniz belki de size hiç benzemeyen bir mazluma üzülebilmek, onun belki
de bazı özellikleri(dili,dini,milleti) size benzeyen zalimine kızabilmek gibi ucu paraya dayanmayan hedefler koyun.
4. Tamam çalışın. Sadece
çalışırken makineleşmeyin. Çalışırken yapmanız söylenenler içinden imkanınız
varsa yapmasanız daha iyi olacakları ayıklayın. Çünkü bazen çalışma
sistemlerini kuranlar, insani olanı sistem dışında bırakıp
acımasızlaşabilirler. Bu durumda gelişiminiz acımasız bir sistem dahilinde
olmasın.
5. Erken yatıp erken kalkmayın. Geç uyuyup erken kalkın. Çünkü bütün uzmanların 7 saatlik uyku
tavsiyesi 5 saat uyuyanın da sizden bir farkı olmadığını anlamanızla önemini yitirecektir.
“Geç uyup erken kalkınca tüm gün uyuyorum.” diyenler vardır. Üzgünüm bu
dediğiniz çok yeyip midesini büyüten adamın dediğidir: Yiyom yiyom doymuyom.
O zaman az yiyip
midenizi, az uyuyup hayatınızı toparlayın.
6.Hayatınızdan muhasebeyi eksik etmeyin. Ancak bu, akşam
başınızı yastığa koyduğunuzda bütün gün yaptıklarınızı düşünme şeklinde olan
muhasebe değil. Bir davranışı yaparken ki
muhasebe hatta yapacakken muhasebe. Şüphesiz hatalardan sonra yapılacak
muhasebeden daha faydalısı hatadan önce yapılacak muhasebedir.
7. Hafızayı günahları unutmama moduna kalbi ötekini de sevme
moduna, elleri de avucundakini paylaşma moduna ayarlayın.
8. Bir öğrenci grubu lideriyseniz ya da bir işte
idareciyseniz çalışma arkadaşlarınızı
üslubunuzla dövmeyin. Küçük makamlarda büyük kibirlere batıp gelişimizi
yavaşlatmayın.
9.Kendinize güvenin. Çünkü size zekayı, idraki, hisleri,
kabiliyetleri bahşeden bunları değerlendirebilecek yetiyi de bahşetmiştir.
Ancak kendinize güveniniz her an bu bahşedilenlerin nankörü olup da onları
kaybetme tedirginliğiyle dengelenecek kadar olsun.
10. Son olarak birkaç adımda neredeyse dünyayı fethedeceğinizi
vaaz edecek olan kişisel gelişim efendilerine aldanmayın ve bu listenin ucunu
lütfen açık tutun, zira ölene kadar
öğreneceğiz, öğrendikçe ekleyeceğiz.
*Bu yazıyı "Ofis açarsanız ben de sizinle çalışırım, birçok kişisel gelişim kitabı okudum." demiş olan hanım ablaya ithaf ediyorum.
*Bu yazıyı "Ofis açarsanız ben de sizinle çalışırım, birçok kişisel gelişim kitabı okudum." demiş olan hanım ablaya ithaf ediyorum.
29 Haziran 2013 Cumartesi
Shoppingfest afişlerindeki enteresan varlık
Alış-veriş festivallerine nasıl bir anlam yüklemem gerektiğini bilemiyorum. Festivalsiz de haddinden fazla alış-verişin yapıldığı büyük şehirlerde kimin hasılatını arttırmak adına düzenleniyor bunlar? Zaten boşalmayan AVM mağazalarının camlarındaki çıkartmalar, deneme kabinlerinin boş kalan nadir anlarını doldurmayı mı hedefliyor? Yıl boyunca yapılan tüketimin bir ay da festivale niyet edilip dozu da arttırarak devam ettirilmesi mi arzu edilen? Kafamda bu deli sorular "Alışveriş festivali nedir, ne işe yarar?" tartışmasını bir kenara bırakıyorum. Başka şeyler daha var tartışılması gereken.
İstanbul’un alışveriş festivali Shoppingfest’in metrobüs
duraklarını işgal eden afişlerini görmüşsünüzdür. Haziran ayı boyunca durakları
işgal eden bu afişlerde arka planı cami-gökdelen birlikteliğiyle renkli bir
İstanbul manzarası olan bir laleler topluluğu var. O laleler içinde öne çıkan öyle bir
lale var ki bildiğimiz lalelere hiç benzemiyor. Yaprakları alışveriş çantaları\torbalarından
oluşmuş iri bir lale! O torbalı lale içinden de yarı beline kadar dışarıya fırlamış enteresan bir varlık. Öyle bir varlık ki
alış-veriş torbaları içinde varoluşunu tamamlamış da bunun coşkusuyla dışarı
fırlamış gibi! Satın almış olmaktan aldığı hazla kendinden geçmiş, adeta
hayatına anlam katmış bir varlık. Evet, doğru bildiniz: Kadın.
Afişi görüp de bu düşünceler hücum edince beynime geçmiş shoppingfest’lerin afişlerini aradım. Bulduklarım içinde birkaçı hariç diğer tüm
afişlerin\reklamların baş rolünde kadın. Çoğunda da ellerinde alışveriş torbaları, mutluluktan uçan kadınlar. Satın almanın mutlandırdığı varlığın capcanlısı da hemen aynı zaman diliminde çıktı karşıma.
Gündüz kuşağında giysi satın alıp onu jüriye beğendirmek
şeklinde işleyen bir yarışma var "Bana Her Şey Yakışır" adında, rast gelmişsinizdir
ya da en azından duymuşsunuzdur. Ben rast geldiğim sırada 20 yaşında bir
hanım kızımızı gösteriyorlardı. Bir kere kazanmış ve tekrar kazanmak için yarışacak biri.
Ağzından dökülen cümleler:
10 bin lira kazanmıştım. Çoğunu kıyafete verdim. Biriktirmek
için küçük bir bölümü kaldı. Onu da kıyafete vereceğim galiba. ALIŞVERİŞE
DAYANAMIYORUM!
Önce kendi nefsime sonra bu talihsiz hanım kızımız da dahil
hemcinslerime şöyle birkaç soru: Alışveriş torbalarının içinden zirve bir hazla fırlamış kadının cins-i latif kadını ne kadar da çirkinleştirdiğini fark edemiyor muyuz? Biz varoluşumuzu tüccarların ceplerini
doldurarak mı tamamlıyoruz? %50 indirim tuzaklarına kaptırdığımız hangi
zaaflarımız? En önemlisi de çok tüketince çok mutlu olacağımıza nasıl oldu da inandık?
17 Mayıs 2013 Cuma
LİSE ÖĞRENCİLERİNE GÖRE “SURİYE SAVAŞI”, “BARIŞ SÜRECİ”
Orta yaş belirtisi herhalde, gençlerle çok uğraşır oldum.
Aşağıdaki yazı orta yaş başlangıcıma denk gelme talihsizliği yaşayan bir grup
lise öğrencisine dair. Kendilerine Uluslararası İlişkiler dersi öğretmeni tarafından
karne notunu öyle adam akıllı etkilemeyecek bir sınav yapıldı. Suriye Meselesi
ve “Barış Sürecini” de içeren ve genel bilgi ölçen üç soru soruldu.
Sorular basit ve yüzeysel bilgi ile cevap verilecek cinsten ama yine de bazı
cevaplar evlere şenlik!
İlk soru “Türkiye’nin jeopolitik önemini açıklayınız?” şeklinde. Onun fazla üzerinde
durmayacağım. Bu soruya verilen cevaplarda da dikkat çeken unsurlar olmakla
beraber genel olarak bir iki cümlelik tanıdık cevaplar verilmiş. Sadece su
cevaba yer vermek istiyorum:
-Türkiye bulunduğu konumdan dolayı ele geçirilmek istenen
bir yer. Bazı ülkeler Türkiye’nin bir ayağını çukura sokmaya çalışıyor. İçten
içe planlar yapıp her türlü yolla Türkiye’yi zedelemeye çalışıyorlar.(Tanrı Türkiye’yi korusun!)
İkinci soru Suriye iç savaşı ile ilgili. Bu kadar çok içinde
olduğumuz ve bu kadar içimizde olan savaş. (Bu sınav Reyhanlı saldırısından önce
yapıldı) “Suriye Savaşı ülkemizi nasıl etkiler?” Bu soruya verilen cevaplardan bazıları:
-Siviller ülkelerini terk etmek zorunda kalıyor ve
Türkiye'de onlara yardım edip sınır içine sokuyorlar. Bu da Türkiye'nin onlar
için gider yapmasına sebep oluyor ve ekonomiyi değiştiriyor. (Öğrencinin uzak da olsa gündeme kulak
kabarttığını görüyoruz ama “Ekmeğimizi mülteciler ile neden paylaşıyoruz?”
gündemi.)
-60.000 kişi ölmüş ve birçok ülkede sağlam yapı kalmamıştır.
O günden bu güne AKP ile Suriye hükumeti arasında gerilimler yaşanmaktadır. (Öğrencinin kafası neden böyle karışmış? Savaşı neden birçok ülkeye sıçratmış? Bir de Suriye ifadesinin karşısına
Türkiye'yi koymasını beklerken AKP'yi koymuş. Normalde ülke ismi kullanmış, karşısında
da ülke ismi olmalı değil miydi? Eh kim kimle savaşıyor, kim kimin karşısında
kim kimin yanında karışıklığı yavrucaklara da yansımış.)
-Türkiye'ye sığınmış olmaları, yiyecek, giyecek, kıyafet, barınacak
gibi ihtiyaçları Türkiye'den yani Türklerden karşılamışlardır. Bu da diğer
devlet ve diğer milletlerin gözüne batmıştır. (Sınav kağıdında hakim olan doğallığa hayranım).
-Çatışma bizim ülkemize de sıçrayabilir ve kendi ülkemizde
de iç savaş olabilir. Ve Esad'ın istediği gibi bizim ülkemizde de ülkeyi
yönetmek isteyenler çıkabilir.(Yine kafam
karıştı)
Üçüncü soru “barış süreci” ile ilgili. Süreç hassas ama
bizim çocuklar değil. “Türkiye’de şu
aralar gündemde olan ‘Çözüm ve Barış Süreci’ hakkında bildiklerinizi yazınız.”
-Çözüm getirerek barışı sağlamaya çalışıyoruz. Bence bir
çözüm bulunamayacak.(Nedenlerini bilmiyor
ama sonuçtan emin.)
-Herkes birbiriyle savaşma-ölme çabasındadır. Böyle devam
ederse dünya yıkılmaktadır. Bence herkes kardeş gibi olmalı Türk-Kürt ayırımı
olmamalıdır. ( Tüm dünyayı önemseyen en
barışçıl cevap.)
-Gündemde olan konu olarak türban meselesi var. Türbanlılar üniversite, lise vb işyerlerinde
kapalı olmamalılar. Bence bu çok uğraşılması gerekecek bir konu değil sonuçta
modernlik Atatürk zamanında gelmiştir. Biz de modern bir devlet olduğumuz için
iş yerlerinde, okullarda ya da diğer yasak yerlerde peruk takılarak hem saçları
görünmemiş olur hem de modernlik ortadan kalkmaz. Son anda karar kılınmış ve barış anlaşma
olmuştur zaten bu konuda. (Eyvahlar olsun
öğrenciler okudukları soruları da anlamıyorlar! Ya da “Ne sorulursa sorulsun
her bi’şeyi türbana bağlayıp işi kotarabilirsin” fikrini edinmiş çocuklar. )
-08.05.2013 tarihine kadar terörün Türkiye'den çekileceği
söylendi. Benim görüşüm (büyük harflerle küfür) Apdullah Öcalan asılmadan terör
çözülmez! (Sınav kağıdına kısaltılmış
şekilde küfür yazma cüretini bu konuda buluyor çocuklar.)
-Apdullah Öcalan'ın isteği ile süreç başladı. Onun da istemi
doğrultusunda bazı akil insanlar komisyonu idi. (...) 8 Mayıs'ta sınır dışına
kabile kabile çıkacaklardır. (Bu kadar gündemde olmasına rağmen Akil
insanlardan bahseden sadece iki öğrenci var, onlardan biri.)
-Barış olmamalı bence çünkü çok askerimiz öldü. Bu saatten
sonra Türkiye'den çekilseler ne olur çekilmeseler? Bir şekilde APO yani
Abdullah Öcalan idam edilmeli. Saddam idam edildikten sonra problemler çözüldü.
Abdullah Öcalan da idam edilirse problemler çözülür bence. (Evet hiçbir şey anlaşılmamış, Saddam'ı da dahil edip en baştan
alıyoruz.)
-Terör yüzünden askerlerimiz ölüyor. Bu yüzden de insan
sayıları azalabilir. (Azalabilir.)
-”Çözüm ve barış” Türkiye'nin terörle mücadelesini anlatır.
8 Mayıs'ta geri çekileceklerdir. İnşallah bu gerçekleşir terör son bulur. (Bu kağıda başka bir el yazısı ile müdahale
edilerek “(küfür) Apo (küfür) asılmadan çözülmez!” eklemesi yapılmış. Aynı el
yazının sahibi başka bir kağıda da “TRT ŞEŞ izleme izletme!” eklemesi yapmış.
Kağıt sahipleri ses çıkaramamış. Türkiye'de azınlığın çoğunluğa tahakkümünün ortaöğretim örneklemi!)
Kürt meselesi ile ilgili cevapların birçoğunda da “Kürt Halk
Önderi Aptullah Öcalan (küfür)” ifadesi kullanılmış. Peki,bu çocuklar nasıl bir
tavır ve hangi tarafa yaslı olduğunu bildikleri (bilmese bile kulak
dolgunluğunun da etkisiyle sezdikleri) bu ifadeyi neden kullandılar? Üstelik
yanına küfür yazarak! Pekâlâ "bebek katili" ya da "İmralı
Canisi" ifadelerini tercih edebilirlerdi. "Kürt halk önderi ve küfrü
hak ediyor." “O halkın önderi ve nefret ediyoruz.” Bu, o halkla ilgili
duyguların da sivrileştiğinin ipucusu mu? Artık "Kürt kökenli" ve
"Kürt" ayırımı da ortadan kalkıyor. "Makul Kürt" ifadesine
de veda etmemiz gerekecek. Kürtler barışı istemekte birleşti, barış istemeyenin
"iyi Kürtleri severiz" maskesine ihtiyacı kalmadı. Bu durumun
çocukluğu henüz terk etmiş gençlerdeki yansıması da bu herhalde.
Not: Öğrencilerin cevapları anlatım bozuklukları ve yazım yanlışları (bağlaç olan -de'yi ayırma ve bir iki küçük düzeltme dışında) düzeltilmeden aktarılmıştır.
Etiketler:
Abdullah Öcalan,
Apo,
barış süreci,
Kürtler,
lise öğrencisi,
öğrencinin gözünden,
suriye savaşı,
terör,
ticaret meslek lisesi,
türban meselesi,
uluslararası ilişkiler dersi
28 Mart 2013 Perşembe
Ayşe Şasa'ya Vefa
32. İstanbul Film Festivali’nde Ayşe Şasa da Sinema Onur ödülleri alanlar arasındaymış. Sevindim. Kendisini aramak istedim ama uzun zamandır ziyarete gitmediğim için utandım. Bu ödülle ona karşı gösterilen vefayı ben kendi vefasızlığımdan onunla konuşamadım. Oysa Ayşe Şasa, kim karşısına geçip kendisiyle bir ıstırabını paylaşsa, birlikte geçirilen samimi bir-iki saatin hatırına sonraları hep arar, hep sorar. 2010 Mayıs ayında samimi bir sohbetle geçirilen bir-iki saatin ardından yazmıştım aşağıdaki yazıyı:
Gayrettepe’deki 13 katlı apartmanın en üst katındaki dairesinde cam kenarındaki eski koltuğunda (Sanırım büyük dayısı Rauf Orbay’dan kalmış o koltuklar) oturuyordu odasına girdiğimde. Odada üst üste yığılmış kitaplar, duvarda hat yazıları, perdenin arasından sızan ikindi güneşi ve manevi bir hava… Gözleri yorgun, derin… Bir ödev için kendisiyle görüşmek istemiştim.“Öncesinde kitaplarımı okumalısın.” tavsiyesine uyup kitaplarını okuduğumda ödevim için gerekli malzemeyi elde etmiştim, yine de ziyaret etmek istedim. Ödev için değil gerçekten istediğim için. Karşısındaki koltukta oturuyordum. O bana çeşitli sorular soruyorken “Bir Ruh Macerası” adlı kitabındaki küçük Ayşe Şasa’yı düşündüm; yalnız, mutsuz,korkmuş… Şevkatsiz anne-baba, sadist mürebbiyeler, Ayşe Şasa…
-Gerçekten mi Ayşe Hanım, gerçekten yaşadınız mı onları? derin bir iç çekiş gibi:
-Evet…
-Evet…
Dinlemeye gitmiştim onu; ama daha çok o beni dinledi, büyük bir alakayla… Eski bir dosta anlatır gibi ben de ona anlattım…
İnsanların birbirini hiçbir zaman gerçekten tam olarak anlayamadığını en fazla anlamaya yaklaştığını düşünüyorken, Ayşe Şaşa’nın bakışlarında güzel bir şeyler yakaladım. Sanki gerçekten anlıyordu…
İnsanların birbirini hiçbir zaman gerçekten tam olarak anlayamadığını en fazla anlamaya yaklaştığını düşünüyorken, Ayşe Şaşa’nın bakışlarında güzel bir şeyler yakaladım. Sanki gerçekten anlıyordu…
Sohbetin sonunda fark ettim. Şizofreni hastalığı geçip gitmiş yerini bir huzur almış, bir ferahlama…
-İslam’la dünyamda büyük bir ferahlama oldu, dedi.
-İslam’la dünyamda büyük bir ferahlama oldu, dedi.
Ayşe Şasa hakikate ulaşmış. Allah hayırlı uzun ömürler versin.
5 Şubat 2013 Salı
Başkasının acısını izlemeyi seven seyirci
Bir televizyon kanalında akşam haberlerini izlerken, gündemdeki siyasi haberlerin arasına sıkıştırılmış bir “haber” dikkatimi çekti.
Ekranda; sokakta etrafına toplanmış kadınlara çarpa çarpa, feryat figan ilerlemeye çalışan orta yaşlı bir kadın görüntüsü. Görüntü üzerine haber okuyan spikerin dediğine göre görüntüdeki anne, pazara gitmek için evinden çıkarken çocuklarını anneanneleriyle birlikte evde bırakıyor. Anne, daha pazar alışverişini bitirmemişken nasıl oluyorsa evinde yangın çıktığı haberi geliyor. Bunun üzerine perişan bir halde bir an önce evine dönmeye çalışıyor.
Evde ufak çapta bir yangının çıktığı ve çocuklar ile anneannelerinin yangından bir zarar görmediği de “habere” ekleniyor. Bu arada haberde ne yanan evin görüntüsü var ne de çocuklarla anneannenin. Sadece spikerin de vurgusundan anladığımız üzere asıl haber yapılmış olan “acı çeken insan” görüntüsü var.
Ülkenin reyting sıralamalarında üstlerden yer kapan bu TV kanalının habercileri daha iyi bilir ama ben “haberi” izlerken düşünmeden edemedim: Pazar meydanı ile evi arasındaki yolda endişeleri hat safhaya çıkmış ve bundan ötürü acı çeken bir anne görüntüsünün gerçekten haber değeri var mıdır? Spiker tarafından acı çektiği anlatılan perişan insan görüntüsü, tek başına bir haber olarak mı kabul edilmiş de öyle sunulmuştur?
Bana öyle geldi ki; bu “haber” sanki sıkıcı siyasi gündemle dikkati dağılmış seyircinin dikkatini başkasının acısıyla toplama hamlesiydi. Çünkü artık tüm medya öğrendi ki; seyirci olan biz, en çok başkasının acısını izlemeyi seviyoruz. Ve başkasının acısını, felaketini izlerken bizim başımıza gelmemiş olduğundan da memnuniyet duyuyoruz. O memnuniyeti gizleyen, gizlemeye çalışan ise vicdan kaynaklı cızırtılı bir “vah vah” sesi.
“Sevgili seyircilere” haksızlık yaptığımı düşünenler 5-10 dakikalığına çocuklarının yandığını zanneden annenin -belki de kendisini akşam izlediğinde rahatsız olacağı- perişan görüntüsünü nasıl haber diye yuttuğumuzu değerlendirsinler. Ya da gündüz kuşağında televizyon kanallarını şöyle bir gezsinler. Oralarda da felaketlere uğrayan insanların, onları felaketlere götüren hatalarının nasıl kritik edildiğine baksınlar. Çok acılı gündüz kuşağı programlarına bir şekilde dahil olan herkesin kendini nasıl, “başına gelmeyen felaketin üstesinden geleni ya da sınanmadığı hatanın/günahın masumu” addettiğini fark edebilmek için ise çok dikkatlice baksınlar.
Ekranda; sokakta etrafına toplanmış kadınlara çarpa çarpa, feryat figan ilerlemeye çalışan orta yaşlı bir kadın görüntüsü. Görüntü üzerine haber okuyan spikerin dediğine göre görüntüdeki anne, pazara gitmek için evinden çıkarken çocuklarını anneanneleriyle birlikte evde bırakıyor. Anne, daha pazar alışverişini bitirmemişken nasıl oluyorsa evinde yangın çıktığı haberi geliyor. Bunun üzerine perişan bir halde bir an önce evine dönmeye çalışıyor.
Evde ufak çapta bir yangının çıktığı ve çocuklar ile anneannelerinin yangından bir zarar görmediği de “habere” ekleniyor. Bu arada haberde ne yanan evin görüntüsü var ne de çocuklarla anneannenin. Sadece spikerin de vurgusundan anladığımız üzere asıl haber yapılmış olan “acı çeken insan” görüntüsü var.
Ülkenin reyting sıralamalarında üstlerden yer kapan bu TV kanalının habercileri daha iyi bilir ama ben “haberi” izlerken düşünmeden edemedim: Pazar meydanı ile evi arasındaki yolda endişeleri hat safhaya çıkmış ve bundan ötürü acı çeken bir anne görüntüsünün gerçekten haber değeri var mıdır? Spiker tarafından acı çektiği anlatılan perişan insan görüntüsü, tek başına bir haber olarak mı kabul edilmiş de öyle sunulmuştur?
Bana öyle geldi ki; bu “haber” sanki sıkıcı siyasi gündemle dikkati dağılmış seyircinin dikkatini başkasının acısıyla toplama hamlesiydi. Çünkü artık tüm medya öğrendi ki; seyirci olan biz, en çok başkasının acısını izlemeyi seviyoruz. Ve başkasının acısını, felaketini izlerken bizim başımıza gelmemiş olduğundan da memnuniyet duyuyoruz. O memnuniyeti gizleyen, gizlemeye çalışan ise vicdan kaynaklı cızırtılı bir “vah vah” sesi.
“Sevgili seyircilere” haksızlık yaptığımı düşünenler 5-10 dakikalığına çocuklarının yandığını zanneden annenin -belki de kendisini akşam izlediğinde rahatsız olacağı- perişan görüntüsünü nasıl haber diye yuttuğumuzu değerlendirsinler. Ya da gündüz kuşağında televizyon kanallarını şöyle bir gezsinler. Oralarda da felaketlere uğrayan insanların, onları felaketlere götüren hatalarının nasıl kritik edildiğine baksınlar. Çok acılı gündüz kuşağı programlarına bir şekilde dahil olan herkesin kendini nasıl, “başına gelmeyen felaketin üstesinden geleni ya da sınanmadığı hatanın/günahın masumu” addettiğini fark edebilmek için ise çok dikkatlice baksınlar.
Etiketler:
acı,
gündüz kuşağı,
haberler,
seyirci,
yangın haberi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)