Bu konuları konuşmalıyız
29 Nisan 2019 Pazartesi
Homoseksüelliği Önleme Rehberi
Cinsiyet kimliği bozukluğu ile ilgili gelen vakalar artıkça başucu kitaplarımdan biri olan kitap: Anne babalar için gençlerde homoseksüelliği önleme rehberi/ Dr. Joseph Nicolosi
Huzum kaçmasın, arpam kesilmesin diye konuyla ilgili konuşmaktan kaçınan ruh sağlığı uzmanlarından olmaktan korusun Allah. Bu kitap ve kendi danışanlarımla yaptığım terapilerden öğrendiklerimi buradan paylaşacağım. Hadi bu ilk yayın olsun. Bismillah.
****
Homoseksüelliğin insan cinselliğinin sağlıklı bir çeşidi olduğuna dair herhangi bilimsel bir çalışma yok. Bu durumu sorun olarak tartışmamak moda haline gelmiştir.
Homoseksüelliğin psikiyatrik bozukluklar tanı el kitabından çıkarılması, bilimsel akıl yürütmenin rasyonel süreci sonunda gerçekleştirilmedi; aksine bu zamanın ideolojik duruşunun bir dayatması olarak ortaya çıktı.
* * * *
Biyolojik faktörler bizi belli davranışlara zorlamaz. Sadece böyle davranışların ortaya çıkma ihtimalini arttırır.
Bu durumda hormonlar ya da genler homoseksüelliği geliştirmez. Kişinin yetişme çağında anne babasıyla, akranlarıyla, sosyal faktörler ile etkileşimi homoseksüelliğin gelişip gelişmemesini etkiler. (Ben buraya sosyal medyadaki yüceltmeyi de eklemek istiyorum)
Bir örnek...
Jack genetik olarak kilo almaya çok yatkın bir çocuk ve bu onun doğuştan gelen bir özelliği. Annesi de bu özelliğini ona kilo aldıracak yemeklerden bol bol yaparak destekliyor. Okulda şişko diye alaya alınıyor, dışlanıyor. Eve gelince en iyi yaptığı şeyi yapıyor, yemek yiyip rahatlıyor. Arkadaşlarım haklı ben obezim, deyip durumu kabulleniyor.
Kimse Jack'i sağlıklı düzeyde zayıflatmak için uğraşmıyor. Doğası böyle, genler, hormonlar diyerek Jack'i nasıl değiştirmeden topluma kabul ettiririz diye düşünüyorlar? Buraya kadar herşey çok saçma değil mi?
Şişman olmak gerçekten Jack'in kaderi mi? Halbuki insan vücudu obeziteye göre tasarlanmamıştır. Aslında bu özellik biyolojik faktörlerin, anne baba etkisinin, arkadaşların etkisinin ve kendi davranışsal tercihinin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Tıpkı homoseksüellikte olduğu gibi.
****
Anne-Babalar önce kendi cinsiyeti ile barışık olmalı, cinsiyetini bir dezavantaj gibi yansıtmamamlı.
****
Anne ve baba ile kurulan sağlıklı ilişki sağlıklı bir cinsiyet kimliği geliştirmenin en önemli dayanak noktalarından biri.
Özellikle okul öncesi dönemde;
KIZLAR için , sıcak ve yakın bir anne-kız ilişkisine ihtiyaç var, kız çocuğunun annesi ile özdeşim kurması için. Babanın da kızının kendisi ile özdeşim kurmasına ön ayak olmaması gerekiyor.
ERKEKLER için, baba-oğul iletişiminin kuvvetli olmasına ve babanın bu iletişim için zaman ayırmasına ihtiyaç var. Erkek çocuğun zamanının tümünü annesi ile geçirerek özdeşimi annesi ile kurmaması gerekiyor.
Özdeşim kurma durumunu doğru okuyamayan anne "Oğlum bana çok düşkün. ", baba "Benim Erkek Fatma kızım!" şeklinde düşünerek bir şeylerin yanlış gittiği hissini öteleyebiliyor.
****
Cinsiyet kimliği bozukluğu bulunan kadınlarda karşılanmamış şefkat ihtiyacı olabileceği ifade edilir. Bu ne demek?
Bu kadınların meselesi, aynı cinsten şefkat görmemiş olmak.
Bu kadınlar anneleri ile olan bağlarının tamirine ihtiyaç duyarlar.
Anneleri ile kuramadikları duygusal bağı başka kadınlarla kurmak isterler.
****
Baba erkek çocuğuna erkek olma sürecinde yol gösterici olmalıdır. Erkekliğin ete kemiğe bürünmüş halini çocuk babada görmelidir. Giysiler, ilgiler, roller, çocukla oynan oyunlar cinsiyet kimliğini destekler nitelikte olmalıdır.
Genellikle babasıyla soğuk ve yetersiz bir ilişkisi olan çocuk güvenli bir cinsiyet kimliği oluşturamaz.
Etiketler:
Cinsel kimlik,
cinsiyet,
cinsiyetkimligi,
çocukveergen,
gençlerdehomoseksüellik,
homoseksüelliğintedavisi,
lgbt,
onarımterapisi,
pedagog,
Psikolog,
psikoloji,
terapi,
terapist
15 Temmuz 2017 Cumartesi
Üniversiteye mi yerleşeceksiniz, Bastiani Kalesine mi?
Üniversiteli olmak için sınavlar girmiş adaylar şimdi bir tercih
döneminden geçiyorlar. Yıllara yayılan bir emek söz konusu, bekledikleri eşiğe
geldiler. Bir liste yapacak ve birçok seçenek içinde kendilerine (ya da
puanlarına mı demeli) uygun bir üniversiteye\bölüme yerleşip “perde!”
diyecekler ve hayat başlayacak. Yani beklentiler bu yönde. Ancak aslında
bakarsanız onların önlerinde sadece iki seçenekli bir tercih listesi var. Ya
üniversiteye yerleşecekler ya da Bastiani Kalesine.
![]() |
Photo: Alamy |
Bastiani Kalesi, otoyol kenarına kampüs kurmuş bir kent
üniversitesi değil; bir askeri sınır
kalesi. Yo hayır, askere göndermiyorum öğrencileri. Hâlâ eğitim dolayısıyla
askerlik tecili geçerli, panik yok.
Bastiani Kalesi Tatar Çölü romanının
geçtiği mekan. Romanda Bastiani kalesi; şehirden
adeta tecrit edilmiş bir bölgede, bir işe yarayacağından umudun kesildiği bir
askeri kale. Oraya atanan askerler, kendilerini bitmek bilmeyen bir “hiçbir şeyin”
içinde buluyorlar. “Hiçbir şey” dediysem yemek var, içmek var, uyku var ve
nöbet, sayım gibi askerlik pratikleri var. Ancak bu hiçbir şey ifade etmeyen
bir rutine dönüşüyor. O rutin içerisinde askerlerin yaptığı tek şey umut etmek.
Bir askerin umacağı şey: bir savaş. Kaleye, sınırında bulunduğu Tatar Çölü’nden
bir saldırı olacak; Tatarlar ile bir savaş çıkacak; işe yaracaklar ve hayatları
anlam bulacak. Bu umutlu bekleyiş kaleye gelenleri kalede tutup onları en
verimli yaşlarını orada geçirmeye ikna ediyor.
Bekliyorlar, beklerken
yaşlanıyorlar. Kimisi emeklilik yaşına dayanıyor beklediği olmuyor, kimisi
romanın baş kahramanı Giovanni’ye olduğu gibi sıkıntılar içinde beklerken
hastalanarak yatağa mahkum oluyor.
Bekliyorlar. Bir şey olmuyor. Aslında çok uzun
zaman sonra bir savaş çıkıyor ama bu, ömrünü kalede bekleyerek tüketmiş sayısı
belli olmayan nesiller için bir anlam ifade etmiyor.
Aday öğrenciler Tatar Çölü romanını yaşama ihtimali ile
karşı karşıyalar. Aslında sadece öğrenciler değil, hepimiz hayatımızın farklı dönemlerinde bu
ihtimalle karşı karşıyayız. Hepimiz içinde bulunduğumuz Bastiani kalemizde
kendi yazgımız olduğunu sandığımız hayatı yaşıyor ve bir gün çıkacak savaşın
umudunu taşıyor olabiliriz. Herkesin içinde bulunduğu sistemi/rutini kendi
Bastiani Kelesi kabul edilebilir.
Geçici olarak girdiğimizi sandığımız o sevmediğimiz işler,
öylesine evlendiğimiz adamlar/kadınlar, belki bir gün terk edip köyüme dönerim
diye içinde yaşadığımız şehirler ve işte
puanımız yettiği için gittiğimiz üniversiteler
birer Bastiani Kalesi.
Aday öğrencilerin çoğu hayatlarında ilk defa bir Bastiani
kalesi eşiğindeler. Bu yüzden onlara Tatar Çölü romanından bahsetmek diğer tüm
Giovannilere bahsetmekten daha önemli. Romanı bu gün açıp, bulunduğunuz bağlamda okursanız belki de bir yönüyle size
der ki; seçeceğiniz ya da seçtiğiniz üniversite ve bölüm sizi bir beklemeye
hapsetmesin.
Biliyoruz ki sistem ve tabii toplum eğitim tercihlerimiz
için çoğu zaman bize söz hakkı tanımama eğiliminde; hangi bölüm popüler,
hangisi mezuniyet sonrası en kısa sürede iş vadediyor ve tabii hangisi puanımıza
göreyse onu seçmemiz bekleniyor. Bu
beklentiler, sayısı canımızı fena acıtacak kadar çok öğrenciyi istemediği bir
üniversitede istemediği bir bölümde okumak zorunda bırakıyor. Okuyoruz. Okuyor,
ezberliyoruz. Bir umut içinde, bir şeyler değişecek diyoruz. Belki seveceğim,
okul bitince farklı olacak, işe başlayınca alışacağım, hiç olmadı emekli olunca
tüm acılarım son bulacak. Olmuyor. Belki çok az bir istisna dışında bu
gerçekleşmiyor. Biz başka hiçbir şey yapmadan kampüs kafe\kalelerinde
bekliyorken Tatarlar o çölden gelmiyor, savaş çıkmıyor.
Sevdiğimiz o alanı istediğimiz o üniversitede okumak için
tercih yapsak, mezun olunca çok iyi yapmaya çabalayacağımız o işi öğrensek, istediğimiz
bölümü okumasak bile hatta hiç üniversite okumasak bile kendimize “iyi”
olduğunu düşündüğümüz o yolu çizsek, birinin vereceği o imkanı beklemeden kalksak
ve o imkan için gayret etsek, anlamsızlık ve değersizliğin biteceği o günü
beklemeden anlamı her ana, her yaptığımıza katsak… Galiba o zaman Bastiani
kalesi tercih listemizin dışında kalır.
Kimsenin bulunduğu konumda umutsuzluğa düşmesi için yazılmadı bu
yazı; sadece miskin bekleyişlere, boş avuntulara bir itiraz için yazıldı. “Kalk
ve Allah’ın inayeti ile yap!” demek için.
Gençliğinin son demlerinde Tatar Çölü’nü okuyanların çoğu
gibi ben de “Keşke 17 yaşımdayken biri bu kitabını bana hediye etseydi.” dedim.
Etrafımızda 17 yaş civarında, hele de üniversite öğrencisi olmaya aday gençlere
birer Tatar Çölü romanı hediye etsek, belki Giovanni’lerin sayısı bir nebze
olsun azalır. Büyük bir iddia mı? İddia değil, sadece temenni.
Etiketler:
bastiani kalesi,
hangi bölüm,
hangi meslek,
kitap,
lys,
pdr,
psikoloji,
roman,
tatar çölü,
tercih robotu,
üniversite tercihleri,
ygs
21 Mayıs 2017 Pazar
Tuvalet Eğitimine Giriş
Engelli olmayan bir çocuğun annesinin engelli bir çocuğun annesinin zahmetine en fazla yaklaştığı süreç “tuvalet eğitimi” dersem emeğinin karşılığı olmayan engelli meleklerin annelerini incitmiş olmam inşallah. Ama bu süreçten geçerken aklima gelen tam olarak bu. Çocuğunun kontrol edemediği ve senin çocuğunda kontrol edemediğin bir durumla karşı karşıyasın ve ve fiziksel zahmet anlamında seni ciddi olarak hirpalıyor. Temizlikle ilgili uç noktalarla da karşı karşıya kaldığın için Psikolojik olarak da hırpalanmış oluyorsun.
Tüm bunlardan ötürü, tuvalet eğitimine annenin hazır olması, çocuğun hazır olması kadar önemli. Anne iyi olunca çocuk iyi oluyor, çocuk iyi olunca anne… Paslaşa paslaşa…
Şimdi tuvalet eğitimine dair internette bir çok kaynağa ulaşabilirsiniz. Ancak ben yine de işe yarar olduğunu düşündüğüm bir tavsiye yazacağım:
-Tuvalet eğitimine başlandığı 2-3.günden itibaren çocuğa uykuya dalıyorken içinde bol bol tuvalet eğitimi mevzusu geçen hikayeler anlayabilirsiniz. Çocuk daha tam uyumamış ama uyanık da değilken. Çocuğa önemli mevzuları öğretirken bunu hep kullanabilirsiniz (Beden mahremiyeti mevzusu da mesela). Çalıştırın hayal gücünüzü, en maceralı öyküleri anlattın mevzuyu yedire yedire. Uyusun da mevzuyu güzelce işlesin, üzerine yeni mevzu yığmadan.
Son olarak anne başlayıp da götüremedigini ve çocuğu hırpalamaya başladığını fark ettiğinde hemen bırakmalı. Kısa bir zaman sonra bir daha başladığında kendini daha güçlü bulacaktır.
İki tuvalet eğitimi süreci diyalogu ile bitireyim, tebessüm edilir belki.
Çocuk: Anne sakın gelme.
Anne: Neden ya?
Çocuk: Sakın gelme, ben buraya tuvaletimi yapıyorum.
-Ne?! Nereye?!
----------------------
Anne: Hadi çocuğum otur tuvaletini yap.
Etiketler:
bebek,
çocuğum tuvaletini söylemiyor,
çocuk,
Handan Tanrıkulu Coşkun,
lazımlık eğitimi,
poty trining,
Psikolog,
Psikolojik Danışman,
tuvalet alışkanlığı,
Tuvalet eğitimi,
tuvalete alışması
22 Kasım 2016 Salı
Çizgi Film Meselesi\ Çocuklar İçin Yerli Tehlikeler
Neyi izliyor çocuklar? Hangi kanallarda hangi çizgi filimler var? Bunların mesajları ne? Ya alt mesajları? Bu çizgi film meselesi mühim. Ancak yeterince gündemimizde değil.
İki farklı çizgi filmde iki farklı mesajla karşılaşınca benim gündemime girdi.
İki çizgi filmden biri: Pek çok güvendiğimiz, aman efendim mutlaka yayınlayacaklarını önceden dikkatlice inceler dediğimiz bir kanalda yani TRT Çocuk'ta yayınlanan "Keloğlan".Yerli bir öykü\kahraman sunalım çabasının ürünü olduğu belli ancak çarpık. İnanca dayalı tek bir ipucu yok ya da ben rast gelmedim. Biraz kıyısından köşesinden ahlak ancak bir inanca dayalı değil. Havada kalmış. Bunun yanı sıra inancı tahrip edecek şeyler var içinde. Bolca iksir, büyü var. Bir de mahsum görünen tehlikeli cümlecikler. Onların mesajını gözünüzü kısıp, kulağınızı dikleştirince fark edebiliyorsunuz. Yani bebelerin yapamayacağı şekilde. Bakınız örnek veriyorum.
Keloğlan illüzyon yapmaya çalışıyor. Hileli sihirbazcılık oynuyor yani. Kurduğu cümle yaklaşık olarak şu:
-Bu kutudakini yok edeceğim. Bu kutuda da yoktan var edeceğim.(!)
Yeterinec açık değil mi? Başka sözüm yok hakim bey.
Gelelim diğer çizgi filme. İnternette rast geldiğim Türkçe seslendirme yapılmış yabancı yapımı, "Üçüzler". Hiç yerli değil. Hiç milli de değil. İlk çocukluklarına adım atmak üzere olan üçüz bebekler var çizgifilmde. Oldukça yalın. Yabancı yapımı olmasından ötürü temkimli yaklaşıyordum ancak baba ve bebekler arasında geçen şu diyalogu duyunca kalbimi bir çaldı. Buyurun aşağıda.
Ağaç yapraklarını inceleyen bebekler bablarına soruyor:
-Yaprakları kim böyle boyuyor?
-Yüce Yaratıcı...
Türkçe seslendirmede bir değişiklik yapılmamışsa şayet; bu minicik, sade hakikat cümlesi için dahi yavrucaklara izletilebilir "Üçüzler".
İki farklı çizgi filmde iki farklı mesajla karşılaşınca benim gündemime girdi.
İki çizgi filmden biri: Pek çok güvendiğimiz, aman efendim mutlaka yayınlayacaklarını önceden dikkatlice inceler dediğimiz bir kanalda yani TRT Çocuk'ta yayınlanan "Keloğlan".Yerli bir öykü\kahraman sunalım çabasının ürünü olduğu belli ancak çarpık. İnanca dayalı tek bir ipucu yok ya da ben rast gelmedim. Biraz kıyısından köşesinden ahlak ancak bir inanca dayalı değil. Havada kalmış. Bunun yanı sıra inancı tahrip edecek şeyler var içinde. Bolca iksir, büyü var. Bir de mahsum görünen tehlikeli cümlecikler. Onların mesajını gözünüzü kısıp, kulağınızı dikleştirince fark edebiliyorsunuz. Yani bebelerin yapamayacağı şekilde. Bakınız örnek veriyorum.
Keloğlan illüzyon yapmaya çalışıyor. Hileli sihirbazcılık oynuyor yani. Kurduğu cümle yaklaşık olarak şu:
-Bu kutudakini yok edeceğim. Bu kutuda da yoktan var edeceğim.(!)
Yeterinec açık değil mi? Başka sözüm yok hakim bey.
Gelelim diğer çizgi filme. İnternette rast geldiğim Türkçe seslendirme yapılmış yabancı yapımı, "Üçüzler". Hiç yerli değil. Hiç milli de değil. İlk çocukluklarına adım atmak üzere olan üçüz bebekler var çizgifilmde. Oldukça yalın. Yabancı yapımı olmasından ötürü temkimli yaklaşıyordum ancak baba ve bebekler arasında geçen şu diyalogu duyunca kalbimi bir çaldı. Buyurun aşağıda.
Ağaç yapraklarını inceleyen bebekler bablarına soruyor:
-Yaprakları kim böyle boyuyor?
-Yüce Yaratıcı...
Türkçe seslendirmede bir değişiklik yapılmamışsa şayet; bu minicik, sade hakikat cümlesi için dahi yavrucaklara izletilebilir "Üçüzler".
25 Mayıs 2016 Çarşamba
"Ne biçim de bebek gibi!"
Okul öncesi çocuklarının birbirlerine kullandıkları en büyük hakaret "bebek" ve ona ilişik sıfat ve eylem ithafları. "Çişli, kakalı, altına yapmış" gibi.
Bebek gibi olmak, öyle kabul edilmek kendi aralarında büyük mesele. Daha yakın bir zamanda terk ettikleri bir dönem bebeklik dönemi. O döneme ait net bir hafızaya sahip değiller. Buna "bebeklik amnezisi"* deniyor. Bildikleri sadece bizden duydukları. Yani bebek olmanin, küçük olmanin büyümememin zayıflık olması, acziyet ifade etmesi.
Sanırım bu durum bizim "Uyusun da büyüsün, yemezsen büyüyemezsin, bak abin/ablan kocaman olmuş sen küçük kalmışsın, böyle davranma bebek değilsin artık büyüdün vs" gibi söylemlerimizin karşılığı oluyor. Hatta bir anaokulunda çocuklara söyletilen yemek duasında şu ifadelerin geçtiğine şahit oldum: "Yemezsem büyüyemem, okuluma gidemem. Çabuk çabuk yiyelim, okulumuza gidelim..." (Çabuk çabuk yemenin manevi bir tarafı yok bildiğim kadarıyla. Sağlık açısından da pek tavsiye edilmiyor. Sıkıntılı ifade, değinmeden geçemedim. ) Büyümenin dua olarak dilenmesinde anormal bir durum yok, bu sağlıklı olmayı dilemek gibi. Sadece çocukların dünyasında "büyümek" ile ilgili algıyı nasıl, hangi yollarla şekillendirdiğimizi göstermek için yer verdim bu örneğe.
Çocukların "bebek" ve ona ilişik kelimeleri kullanmaları bununla alakalıyken bunları kullanmayı sevmeleri neyle alakalı olabilir? Çünkü bir anneden dinledim:
Oğlum okulda "Çişli, kakalı, kaka" gibi kelimeler kullanıldıklarını söyledi. "Kullanma, hoş kelimeler değil." deyince "Ama anne ben neden bu kelimeleri söylemeyi seviyorum?" diye sordu.
Bunu ben de gözlemledim. Çocuklar bu kelimeleri birbiri için kullanırken inanılmaz eğleniyorlar.
Bu da bir tür yasak çiğneme hazzı olsa gerek, kendi aralarındaki iletişimde yasak olan kelimeleri kullanmak. Ya da belki bilişsel olarak bebeklikten kopardık onları ama duygusal olarak hala çoğunlukla o dönemdeler ve bebeklik amnezisine rağmen bilinç altı anılarını tazelenmek hoşlarına gidiyor. Ne de olsa yaşlarında ötürü anı repertuarları pek geniş değil. Tam bilemedim. Olur olur. :)
*Özelikle 3 yaşına kadar olan olay ve yaşantıların unutulması.
Bebek gibi olmak, öyle kabul edilmek kendi aralarında büyük mesele. Daha yakın bir zamanda terk ettikleri bir dönem bebeklik dönemi. O döneme ait net bir hafızaya sahip değiller. Buna "bebeklik amnezisi"* deniyor. Bildikleri sadece bizden duydukları. Yani bebek olmanin, küçük olmanin büyümememin zayıflık olması, acziyet ifade etmesi.
Sanırım bu durum bizim "Uyusun da büyüsün, yemezsen büyüyemezsin, bak abin/ablan kocaman olmuş sen küçük kalmışsın, böyle davranma bebek değilsin artık büyüdün vs" gibi söylemlerimizin karşılığı oluyor. Hatta bir anaokulunda çocuklara söyletilen yemek duasında şu ifadelerin geçtiğine şahit oldum: "Yemezsem büyüyemem, okuluma gidemem. Çabuk çabuk yiyelim, okulumuza gidelim..." (Çabuk çabuk yemenin manevi bir tarafı yok bildiğim kadarıyla. Sağlık açısından da pek tavsiye edilmiyor. Sıkıntılı ifade, değinmeden geçemedim. ) Büyümenin dua olarak dilenmesinde anormal bir durum yok, bu sağlıklı olmayı dilemek gibi. Sadece çocukların dünyasında "büyümek" ile ilgili algıyı nasıl, hangi yollarla şekillendirdiğimizi göstermek için yer verdim bu örneğe.
Çocukların "bebek" ve ona ilişik kelimeleri kullanmaları bununla alakalıyken bunları kullanmayı sevmeleri neyle alakalı olabilir? Çünkü bir anneden dinledim:
Oğlum okulda "Çişli, kakalı, kaka" gibi kelimeler kullanıldıklarını söyledi. "Kullanma, hoş kelimeler değil." deyince "Ama anne ben neden bu kelimeleri söylemeyi seviyorum?" diye sordu.
Bunu ben de gözlemledim. Çocuklar bu kelimeleri birbiri için kullanırken inanılmaz eğleniyorlar.
Bu da bir tür yasak çiğneme hazzı olsa gerek, kendi aralarındaki iletişimde yasak olan kelimeleri kullanmak. Ya da belki bilişsel olarak bebeklikten kopardık onları ama duygusal olarak hala çoğunlukla o dönemdeler ve bebeklik amnezisine rağmen bilinç altı anılarını tazelenmek hoşlarına gidiyor. Ne de olsa yaşlarında ötürü anı repertuarları pek geniş değil. Tam bilemedim. Olur olur. :)
*Özelikle 3 yaşına kadar olan olay ve yaşantıların unutulması.
4 Ocak 2016 Pazartesi
"Bebeğini Sesli Ortamda Uyutmaya Alıştır"ın Sakıncaları!
Şu günlerde en çok duyduğum nasihat\tavsiye: Bebeğini seste uyumaya alıştır.
"Nasıl yani?" diyorum. Seste uyumak mı? Bu uykunun doğasına aykırı! Hani ayet-i kerimede diyor ya: Uykunuzu bir dinlenme yaptık. (Nebe\9)
"Nasıl yani?" diyorum. Seste uyumak mı? Bu uykunun doğasına aykırı! Hani ayet-i kerimede diyor ya: Uykunuzu bir dinlenme yaptık. (Nebe\9)
E
hanginiz bana gürültülü bir ortamda dinlenebildiğini söyleyebilir?
Kalabalık bir sohbet eşliğinde ya da sezonun hit şarkısı çalarken ya da
saniyeye bir kapı çarpması\cızırtısı düşen bir
ortamda kim uyuyabilir? Hadi uyudu o uykudan dinlenerek kim kalkabilir
ki? Var mı cevap verecek? Ön sıralarda ikinci çocuğuna hazırlanan
yetenekli genç annelerden parmak kaldıran yok. Arka sırada 5 çocuk, 4
torun büyütmüş bebek bakım uzmanı hanım teyze de parmak kaldırmadığına
göre bu kısma cevap yok.
Konunun bir de "alıştırma" kısmına bakalım: Hani çocuğu neye alıştırdığımıza çok dikkat edecektik? iyi bir şey diye yola çıkıp kötü duraklardan birinde inmiş bulmayalım sonra kendimizi? Alıştırılması hedeflenen şey: Gürültüde uyumak. O zaman geliyor ilgili soru: Çok değil beş-altı yıl sonra okul vakti diye uyandırmak için çalan alarm sesine rağmen uyumaya devam ederse çocuk? Yetişkinliğinde sabah ezanı üzerinden huzurlu bir rüya gibi geçip gider de uykusunda kımıldamazsa bile? E bunun işe gidişi var, kendi bebeğinin sesine uyanması var, eve giren hırsızı var arsızı var... Var da var.
Yani bebeklik bitince (Allah ömür versin, kaçarı yok bitecek) top patlasa uyanmayan bir uyku çeşidinin temellerini atıyor olabilir misiniz diyorum? Ölü gibi uyuyan değil de her an dinlencesi bitecek de kalkacakmış gibi uyuyan insan daha makbul değil mi?
Arka sıradaki teyze yine parmak kaldırmadığına göre konu kapanmıştır. Notları veriyorum: Herkese sıfır, ben bunları yazarken uykuya dalan Meryem'e yüz.
Yukarıdaki yazıyı Meryemciğim Senacığım bir buçuk aylıkken, durmadan kafamı dumanlandıranlara bir itraz olsun diye yazmıştım. Hey gidi! :)
27 Aralık 2015 Pazar
İnsanlar ve Kör Noktalar
Araçların kör noklatari vardır, bilirsiniz. Seyir halindeyken hiç bir şekilde şöför tarafından görülmeyen tehlikeli kısımlar. Özellikle büyük araçların kör noktaları tehlikelidir. Her ne kadar araç aynaları buna göre ayarlansa da yine bazi noktalarda şoför sizi göremez. Trafikte bu noktalarda büyük araçlarla aynı hızda yolculuk etmemek gerekir.
İnsanların da vardır kör noktaları, pek bi tehlikelidir. Oldu da o kör noktalardan birine denk geldiniz, size edeceği bir iki (ona göre)sıradan lakırdı ruhunuzu alt üst edebilir.
-Beni neden bukadar kırdı?
-Niye aşağıladı?
-Niye acımasız davrandi?
-Bu meselede denen bukadar canımı acıttı?
-Beni\ ruhumu neden görmedi? Siz dağılmış bir şekilde sorularınızı soradurun kendinize, o herhangi bir andan geçmiş olmanın kaygısızlığı içindedir. Dağınıklığınızla beraber cesaretinizi de toplayıp bu soruları dönüp ona sorduğunuzda verebileceği cevapları tahmin etmek hiç zor değil:
-Aa hiç farkında değilim!
Ya da:
-Abartma canım, öylesine söylemiştim.
Kizmayın, kızmayalım. Çoğu zaman cevaplarında samimiler. Sadece tedbir olarak onların kör noktalarına yaklaşmayalım.
Yeterince tanımıyorum, kör noktasını kestiremiyorsam? O zaman aynasına* bakalım, aynadan şöförü görebiliyorsak o da bizi görebiliyor demektir. Onu göremiyorsak, tam o baktığımız nokta kör noktasıdır. Kaçalım.
Kaçamadım da yakalandımsa? Peki, o zaman da yediğimiz darbenin acısı geçene kadar onunla seyir halinde olmayalım. İyileşelim.
*Ayna: Gözler. Gözler kalbin aynasıdır. Şaka şaka, göz değil. :) Dertlerine bakalım, kaygılarına, hüzünlerine, hayattaki meselesine... Görebiliyorsanız o da sizi görebilir. Rahatlıkla paylaşırsınız, oralar kör nokta değildir. Oradan çarpamaz size.
(-Bu akşam yine çok metaforiksiniz. -Kızım bir türlü uyumuyordu, sabrımın sınırını aşmamak için ertelediğim bir konu hakkında düşüneyim biraz dedim. Metafor yağmuru altında kaldım.)
İnsanların da vardır kör noktaları, pek bi tehlikelidir. Oldu da o kör noktalardan birine denk geldiniz, size edeceği bir iki (ona göre)sıradan lakırdı ruhunuzu alt üst edebilir.
-Beni neden bukadar kırdı?
-Niye aşağıladı?
-Niye acımasız davrandi?
-Bu meselede denen bukadar canımı acıttı?
-Beni\ ruhumu neden görmedi? Siz dağılmış bir şekilde sorularınızı soradurun kendinize, o herhangi bir andan geçmiş olmanın kaygısızlığı içindedir. Dağınıklığınızla beraber cesaretinizi de toplayıp bu soruları dönüp ona sorduğunuzda verebileceği cevapları tahmin etmek hiç zor değil:
-Aa hiç farkında değilim!
Ya da:
-Abartma canım, öylesine söylemiştim.
Kizmayın, kızmayalım. Çoğu zaman cevaplarında samimiler. Sadece tedbir olarak onların kör noktalarına yaklaşmayalım.
Yeterince tanımıyorum, kör noktasını kestiremiyorsam? O zaman aynasına* bakalım, aynadan şöförü görebiliyorsak o da bizi görebiliyor demektir. Onu göremiyorsak, tam o baktığımız nokta kör noktasıdır. Kaçalım.
Kaçamadım da yakalandımsa? Peki, o zaman da yediğimiz darbenin acısı geçene kadar onunla seyir halinde olmayalım. İyileşelim.
*Ayna: Gözler. Gözler kalbin aynasıdır. Şaka şaka, göz değil. :) Dertlerine bakalım, kaygılarına, hüzünlerine, hayattaki meselesine... Görebiliyorsanız o da sizi görebilir. Rahatlıkla paylaşırsınız, oralar kör nokta değildir. Oradan çarpamaz size.
(-Bu akşam yine çok metaforiksiniz. -Kızım bir türlü uyumuyordu, sabrımın sınırını aşmamak için ertelediğim bir konu hakkında düşüneyim biraz dedim. Metafor yağmuru altında kaldım.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)