14 Ekim 2012 Pazar

Berfin

 12 Eylül 2010

Adına şiir yazmazlar , seccadesini katladıktan sonra kafiyesiz şiir okumaya başlayanlar.
Zaten Berfin'i sevmek günahtır Mona Rosa, Anna ya da Sophie'yi sevmektan fazla.

8 Ekim 2012 Pazartesi

"İyilik ve Kötülük Kıskacında İnsan" konulu mülakat





1-İyilik ve kötülüklerin insan fıtratına kodlandığını söyleyebilir miyiz? Yoksa bunlar bütünüyle sonradan öğrenilen şeyler mi?

Kötülüğün insan fıtratına kodlanmış olduğunu iddia edersek haksızlık yapmış oluruz.
Çünkü kötülüklerin hiçbiri özü itibariyle insan fıtratıyla uyuşmaz. En kötü olanıyla örneklendirelim: Cana kıymak. Haksız yerer birinin yaşamına son vermek, kendi fıtratında hayatta kalmaya yönelik ısrara aykırı davranış sergilemektir.

İyilikler ise insan fıtratıyla uyumludur, bu yüzden tam olarak bire bir iyilik kodlanmış iddiasında bulunamasak da tüm iyiliklere meyilli doğulduğumuzu söyleyebiliriz. İyiliklerden en temeli sevgi göstermektir ve insan da sevgi ihtiyacı anne karnında başlar. Aynı şeyi merhamet duygusu için de söyleyebiliriz. En temel iyiliklerin en temel fıtri ihtiyaçlarla örtüşmesi insanın iyilik üzerine doğduğunun kanıtıdır. Ayrıca insanda varlığı inkar edilemez “vicdan mekanizması” da fıtratın kötülükle arasındaki mesafeye kanıttır.

2- İyilik ve kötülük mekanizmaları nasıl çalışır?

İyilik ve kötülük mekanizması derken, dişleri birbirini ittirerek hareket ettiren ve tıkır tıkır işleyen bir mekanizmadan bahsedemeyiz. Ancak iyiliği kendi başına bir mekanizma, kötülüğü de kendi başına çalışan bir mekanizma olarak düşünebiliriz. Çünkü yaptığımız her kötülüğün bizi iyilikten bir adım uzaklaştırdığını devamında  vicdanın da vazifesini yapmasına müsaade etmeden kötülükleri sürdürmenin iyiliği hayatımızdan tamamen çıkarma tehlikesiyle karşı karşıya bırakabildiğini biliyoruz. İyiliklerin devamlılığı da bizi kötülüklerden alıkoyarak kendi başına bir mekanizma olarak çalışır. Nasıl ki çocuklukta müdahale edilmeyen akrana yönelik zorbalık nasıl yetişkinlikte birer suç makineleri olma yolunun bir başlangıç olabiliyorsa, aynı şekilde çocukluka yapılan küçük iyilikler de yetişkinlikte karşımıza çıkacak “iyi insan” için tohum olabiliyor.

3- Başa gelen kötülüğün insan hayatına bazı artılar katması mümkün müdür?

Yaşanılan acıların atlatılmasıyla gelmesi muhtemel yeni acılara karşı direnci arttırdığı bir takım felsefi akımlarda da desteklenmiştir. Eğer kötülüğü irademiz dışında başımıza gelmiş acı bir olay olarak tanımlayacaksak evet bunun bize yaşattığı kötü zaman dışında kazanımlarımız da olur. Buna acı tecrübelerden öğrenmek diyoruz. Ancak herkesin her şeyi tecrübe ederek öğrenmesi mümkün değildir, bazen başkalarının tecrübelerinden de öğreniriz. Ama dediğim gibi burada kötülüğü nasıl tanımladığınız, neye kötülük dediğiniz de önemli.

4- Kötülüğü tamamen yok edebilir miyiz?

Burada önemli olan kötülükten sakınmaktır. Yoksa kötülüğü tamamen yok etmek mümkün değildir, zaten bu iyiliğin varlığını da tehlikeye sokar.  Kötülük denen şey iyiliğini varlığını bilmemizi sağlar. İyilik de kötülüğün varlığını bilmemizi. Bu iki zıt durum arasında sıkışan  insan ise her iki durumu da tanır ve  iradesini kullanarak tercihte bulunur. Bize seçme fırsatı doğar bu sayede kötülükten sakınıp iyiliğe yönelik tercihle kötüden farkımızı ortaya koyar “iyi insan” oluruz.


5- Çocuklara iyiliği anlatmanın ve onları iyiliğe teşvik etmenin yolları nelerdir?

Çocuklara bunu en iyi anlatmanın yolu model olmaktır. Her ergenlik dönemine varıncaya kadar, çocuk için ebeveynler vazgeçilmez rol modelidir. Bu durumu iyi değerlendiren ebeveynler iyilik ve kötülük kavramlarını öğretmek için ekstra çaba sarf etmeye gerek duymaz. İyilikler, olumlu davranışlar  çocuğun şahit olabileceği şekilde adeta çocuğun tiyatro sahnesinde oyuncuymuş gibi en samimi haliyle gerçekleştirmek. Elbette bu iyilik davranışlarına çocukları da dahil etmek onlara da rol vermek önemlidir. Eskiler bunu çok iyi yaparmış. Cami çıkışları dilenciye verilen sadakayı çocuğun eliyle göndermeleri gibi güzel örnekler vardır.

Kötülüğü anlatmak ve sakındırmak da bizzat o davranışı sergileyip model olmamakla ilgili. Ancak bunun yanı sıra çocuğun başkasından model alması durumuna karşılık yapılacak olan da yaşına uygun bir dil ile kötülüğün içeriğini, sebep olacaklarını anlatmak.

Nankör insan, sadık kedi


Hayvanlara karşı bir ‘sevgi yumağı’ değilim. Yanlış anlaşılmasın şunu demek istedim: Mesela bir Panter Emel çıkmaz benden. Ancak bu canlı sınıfına herhangi bir antipatim de yoktur. Allah’ın yarattığı güzel canlılar. Kurulu düzen içerisinde hayatlarını, vazifelerini eksiksiz yaparak devam ettiriyorlar. Bu açıklamayı az sonra yazacaklarımdan yola çıkarak beni hayatını hayvan haklarına adamış bir aktivist sanmayın diye yaptım.

İnsanlar birbirlerine kolayca hakaret etmede çıtayı her yıl biraz daha yükseltirken olaya bir başka canlı sınıfını katmakta da beis görmüyorlar. Ya hayvanların bazı fıtri özelliklerini çarpıtıp direk o canlıya hakaret ediyorlar ya da o canlı üzerinden birbirlerine sayıp sövüyorlar.

Bu iki durumu birer örnekle açıklarsak:
Kediler… Hani şu kimseye minnet etmeyen, “Benim sahibim Allah’tır.” deyu kimseye oyuncak olmayan hayvanlar. Biz bu güzel hayvanlara kendi aramızda bir görüş oluşturmuş “nankör” demişiz. Neymiş; lütfedip önüne koyduğumuz bir kap sütü içmiş sonra dönüp onu sevmek istediğimizde bizi tırmalamış. Ezberimiz bozulacak ama bir de şöyle bakalım:
Kedi için ayağına gelen bir kap sütü gönderen Allah’tır. Kedinin rızkını o gün Allah insan vasıtasıyla göndermiştir. Kedi için insan o sütü ona ulaştıran bir tablacı hükmündedir.
Sütünü içer, kenara çekilir ve sütü gönderene kendi lisanında zikreder, teşekkür eder…
Zaten öncesinde fıtri vazifelerinden biri olan fare yakalama işini de gerçekleştirmiştir, böylece o sütü zaten hak etmiştir.

Söyler misiniz ona bir kap süt verdik diye kucağımızda hoplatıp zıplatıp eğlence unsuru haline getirmeye ne kadar hakkımız var? Hele hele hayvan bundan rahatsız oluyorsa?
Evet, kediler “nankör” hakaretini hak edecek hiçbir davranışta bulunmamıştır. Kediye “nankör” sıfatını yakıştırmamız, hayvanı “terliğimizi ağzıyla getirmesi” gibi (zavallı köpeklere yaptırdığımız) iğrenç şeylere alet edemememizin intikamıdır.

Biz insanların lisanımızla itip kaktığı bir diğer hayvan da ayıdır. Sahip olduğu fiziksel özelliklerden, avlanırken yaptığı öldürücü hareketlerden herhalde bu hayvancağıza “kaba, nezaketsiz, estetikten yoksun canlı” der sonra onun ismini birbirimize hakaret için kullanırız. Halbuki ayı yaratılış itibariyle hantal bir hayvan…  Allah aşkına bu hayvanın sahip olduğu bu cüsseyle bale yapmasını mı bekliyoruz? Fıtratı gereği bu özelliklere sahip bu hayvanın ismini, fıtratını bozup kabalaşan insana kullanmak asıl bu hayvana hakarettir.

Son söz; kediye yük taşıtıp, eşeğe fare yakalatamayız… Ayıdan da bir kuğu zarafeti bekleyemeyiz. Hayvanları yaratılışlarına uymayan hallere sokamayız. Hayvanlara giydirdiğimiz insan kıyafetlerini çıkaralım, onlar olması gerektiği gibi zaten. Biz; yani insanlar, dönüp kendimize bakalım. Bir düzeltme yapılacaksa, o düzeltme insanda olmalı.  Çünkü insan olması gerektiği gibi değil artık…

Atatürk heykelleri neden büyüyor?

23 May 2012'de Dosdoğru Haber'de yayınlanmıştır



Bu sene alışılmışın dışında kutlama etkinlikleriyle bir 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramının daha sonuna geldik (“Atatürk’ü anma” kısmını unutmayalım. Sonra birilerinin gazabına uğrarız falan.) Danıştay 19 Mayıs’ın stadyumlarda kutlanmasını sonlandıran kararı iptal edince aman demiştik, yine kuşluk vakti atlet, şort içerisinde kule tepesinde kuzeyden esen soğuk rüzgarlara maruz kalarak bayram kutlayacak çocuklar.
Üzülmüştük.
Neyse ki yanılmışız. Çok yetkili birileri Danıştay’ın iptal kararından sonra madem öyle işte böyle deyip alternatif kutlamaları hayata geçirdi. Sempozyumlar ve Kürtçe, Çerkesçe, Boşnakça, Arapça gibi dillerde şiir dinletisi benim en faydalı bulduğum etkinliklerden ikisiydi. Akşam uyumadan önce Kurtlar Vadisi izleyip sabah kör milliyetçiliğe uyanan gençleri düşünün bir, gençlik bayramında bu etkinlikler faydalı mı değil mi bana hak vereceksiniz.

Bu güzel etkinliklerin yanı sıra yurdumuzun çeşitli illerinde yine eskisi gibi lise bahçelerinde kutlamalar yapıldı ve okul müdürleri inkılap tarihi ünitelerinden alıntıladıkları (Ne alıntısı, kendilerine ait bi “sevgili öğrenciler” kısmı olurdu.) yazılarını uzun uzun okudu. Yine kimse bir şey anlamadı ve yine öğrencilerden bazıları dinliyormuş gibi yapıp içinden şarkı söyledi.
Ve bir de Taksim’de bir grup “Önce saygı duruşu olsun da sonra mı çelenk koyalım, yoksa çelenk koyalım da saygı duruşuna öyle mi geçelim?” tartışması yaşadı. Çelenk de koyuldu, saygı duruşu da yapıldı ama; anıta çelenk koymanın ve bir dakika (Çoğu zaman 1 dakika sürmediği halde neden 1 dk. diye kendimizi kandırıyoruz acaba?) hareketsiz, sessiz duruşun anlamını kimse sorgulamadı yine. Belki görev icabı orda olup da içinden bir Fatiha okuyanlar vardır. Onlar affetsin.

Eskisiyle yenisiyle etkinlikler sürerken bir de açılış töreni yapıldı 19 Mayıs’ta. Artvin Atatepe’de bir vakıf tarafından yaptırılan 22 metre yüksekliğindeki Türkiye’nin en büyük Atatürk Heykeli’nin açılışı. Vakıf başkanının açılış töreni sırasında gözyaşlarına hakim olamadığı bu heykelin postalının yanında, kutlama yapmaya gelmiş insanlar küçücük kalıyordu. Gazetelerde yanında küçücük insanlarla o heykelin fotoğraflarını görünce aklıma İzmir’deki Atatürk Dağı geldi. İzmir’e gittiğimde yakınlarından geçerken bir an devrilip yuvarlanacak da hepimiz altında kalacağız zannetmiştim, ödüm kopmuştu.
Abartıyor muyum? Tamam, okul bahçelerindeki büstler ve meydanlardaki heykellerden alışığız ama; ebatların giderek büyümesi dikkatimizi çekti. Sayının büyümesiyle birlikte ebatların da büyümesinin mutlaka bir anlamı olmalı.

Diyorum ki acaba insanların fikirleri anlamakta zorlanması, zorlanınca boşluk hissetmesi ve doğan bu boşluğu doldurma çabası mı? Hani savunulan fikirlerin zoraki uygulamaya dökme çabasının sonuç vermemesi. Değişen düzende bu fikirlerin sol göğsün üzerinde taşınacak kadar kıymetli ve faydalı olmadığının farkına varılması durumu. Bu fikirlerin herkesi mutlu etmediği hatta mutlu etmediklerine ayrıca zarar verdiği gerçeğini görmeye başlama. Bunlara rağmen bu fikirlere devasa değer biçme inadının kırılmaması ve bu inatla, doğan boşluğu var gücüyle doldurma çabası.


Evet evet, işte fikirlerin boş bıraktığı yeri dolduranın, çoğu zaman fikirlerin soyutluluğuna inat somut simgeler olmasına yurdumuzdan örnekler. Hatta yurdumuzdan somutun en somutu olma yolunu açan görme duyusuna hitap eden örnekler.

Acaba diye başladım ama şimdi oldukça açıklayıcı geliyor: Evet, devasa Atatürk heykelleri devasa fikir boşluğunu doldurma çabasından doğan somutlardır.

Bir uyduruk slogan: Kaliteli Yaşam!

16 Mar 2012'de Milat Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
     Okulu bitirir bitirmez kendini piyasanın ortasında ne yapacağını\yapması gerektiğini pek bilemeden bulan gençler için yazılmış bir hikaye bu. Formalitelerle işleyen üniversite mekanizması “mekanı gör, staj defterini ‘yapsaydık iyi olurdu’ dediklerinle doldur, yetkili imzaları attır, stajını tamamla” basamaklarını pek sevdiği için mezun olurken birkaç farklı staj tamamlamış olanının bile son komediye de katılıp kepini attıktan sonra sudan çıkmış balık oluvermesi kaçınılmaz.
     Sudan çıkmış balık sürecini asgari ücretle 6 gün mesai koşulları altında çalışmayı kabul ederek atlatanın, iskeletini tahta sıraya sabitleyip 

“balığın tırmandığı kavak” bahsini dinleyerek geçirdiği ortalama 16 yıldan sonra ömrünün geri kalanını nasıl 6 ayda bir zammımı yüksek tutabilirim kaygısı ile süsleyebilir. İş arkadaşlarıyla her gün 8-5 harbini gerçekleştirip rekabet, hırs, entrikanın dibine vurabilir. Her sene özgeçmişine yeni bir madde ekleyerek bir sonraki iş başvurusunda özgeçmiş pazarlama taktikleri üzerinde çalışabilir.  Kalıplara girip eğitilirken ilmi ıskalamıştır, piyasa standartlarına göre yaşarken de hayatı ıskalayabilir.Bir de anne\baba ise çocuklarına ayıracağı zamandan çalıp, çocuklarını hakkına girebilir. Sömürülüp, hırpalanabilir….
     Erkek ya da kadın,  bir tas çorba, yarım ekmek ayakta kalabilen organizmanın derdi nedir ki, bu hikayeyi sudan çıkmış balık kısmından alıp en çok para en iyi mevkii kısmına ulaştırmak için savaşır? Kısa bir ömürde ebediyeti kazanma sorumluluğunda kıymeti ala yılları bozuk para gibi harcar? Cevap için hikayeyi daha ayrıntılı yeni bir okumaya tâbi tuttuğumuzda  yer yer “Daha kaliteli yaşam!” sloganını yakalayabiliriz. Bir zor soru daha: Yaşamı kaliteli yapan nedir?
     Mesela ofisinden çıkarıp başını, Afrika’da ağlayan çocukları duymaya çalışmayanın yaşamı kaliteli midir? Alnını dayayıp cama bir yerlerde aynı anda zulme uğrayan hiç tanımadığı biri için dertlenmeyenin? Ya da yürürken sokakta tüm günahlar içinde kendi günahını seçip göğsü daralmayanın yaşamı kaliteli midir? Muhtaçla paylaşılmamış bir mal yığını üzerinde yükselmiş yaşam gerçekten kaliteli midir? Sadece şahsi fayda verebilen yaşam gerçekten kaliteli midir? Davası olmayan yaşam gerçekten kaliteli midir? Şüphesiz ki buraya kaliteli yaşam algımızı sorgulayacak ve bizi köşeye sıkıştıracak daha pek çok soru ekleyebiliriz. Ancak buna lüzum yok. Bu acıklı hikayedeki tüm sorulara cevap olacak kaliteli yaşamları hatırlayarak bitirmek en güzeli olacaktır.

Allah Resulü’nün mübarek hayatına bakalım:
     Resullüllah mescidinde fakirlere yardım yapıyordu. Elindeki erzaklar mescide gelen son fakir de payını alınca bitti. Ancak uzaklardan bir bedevi koşarak geldi, çok ihtiyacı olduğunu söyleyen bedeviye erzak kalmamıştı. Bunun üzerine Efendimiz onu dükkanların bulunduğu yöne yönlendirerek istediği dükkandan ihtiyacını almasını ve dükkan sahibine de “Mal benim, borç Resulüllah'ındır! Ödemeyi Resulüllah yapacaktır.” demesini söyledi. Adam sevinçle çarşının yolunu tuttu.

     Allah Resulü, varını yoğunu paylaşmıştı. Muhtacın ihtiyacını karşılamak için malını,vaktini, enerjisini, sarf etmişti. O ümmetinin dertleriyle dertlenmiş, kendi nefsine dönüp bakmamıştı bile. Şüphesiz ki “kaliteli hayat” O’nun hayatıyla en iyi örneğini bulmuştu.

Ümeyye b. Halef'in kölesi Bilâl’in hayatı nasıldı?
     Ümeyye b. Halef, Bilâl'in müslüman olduğunu anladıktan sonra, onu İslâm'dan çevirmek için yapmadığı eziyet kalmamıştı. Öğlen vakti güneşinin bir har olduğu saatlerde Bilâl'i alır, kızgın kumların üzerine yatırır, sırtına kocaman bir taş koyar:
 "Muhammed'e küfret; Lat ve Uzza'ya iman et." derlerdi.
Bilâl'in bu dayanılmaz işkencelere rağmen dudaklarından dökülen sözler şunlardı: "Allahu Ahad, Allahu Ahad", Onun bu durumu, müşrikleri bile hayrete düşürürdü.
     Bilâl, nasıl geçinirim, nasıl yaşarım derdiyle müşriklere boyun eğmemişti.. O, hüküm sahibi Allah’ın rızkını da nekadar yaşayacağını da belirleyeceğine inanmış Dünya hayatının çıkarlarından ötürü hayatına kıymet katacaklardan vazgeçmemişti. Tüm eziyetlere sabretmişti Bilal, kaliteli yaşamıştı.

Kur’an-ı Kerim Hizmetine Vakfedilmiş Bir Hayat var: Süleyman Hilmi Tunahan

     Süleyman Hilmi Tunahan bir ilim aşığıydı. Tevhid-i Tedrisat kanunu ile medreselerinin çalışamaz duruma geldiği bir zamanda kendi deyişiyle “mebus maaşı kadar” para vererek talebe bulmaya çalışmıştı. Kur’an öğrenenein başına iş gelcek korkusu taşıdığı zamanlarda talebe bulmak için kimi zaman çiftlik kiralamış , kimi zaman Toroslar’da mandıracılık yapmış, kimi zaman da araba kiralayarak şehrin içinde talebe aramaya çıkmıştı. Müderrislerin başka işlere yönelmesini önlemek için onlara “Efendiler; hocalık bir meslek, bir ekmek teknesi değildir. Hocalık; Allah’ın, Rasûlullah’ın, kitabullahın ve dîn-i celîl-i İslâm’ın tebliğ memurluğudur.” demişti.
     Süleyman Hilmi Tunahan, hayatını bir güzel davaya vakfetmiş, kendisine verilen ilmin paylaşmak için elindeki tüm imkanlarını kullanmıştı. Onun talebelerine ayırdığı her dakikası hayatına kıymet katıyordu. Ve kıymetli olan elbette kaliteli de oluyordu.

Bir Güzel İnsan Rachel Corrie’nin hayatı
     Rachel ABD’li bir barış gönüllüsüydü. Amerika’nın Irak işgalinden sonra İsrail’in saldırılarının artacağı endişesiyle Gazze’nin yolunu tutmuştu. Bölgede dikkati canlı tutmak için bulunuyordu ama 16 Mart 2003’te Filistinli bir ailenin evini yıkmak isteyen İsrail buldozerinin önünde durduğu halde ona aldırış etmeyen buldozer tarfından ezilerek öldürülüldü.
     Çocukluğundan beri din ya da ırk benzeri bir ayrımda bulunmadan yer küre üzerinde zulme uğrayan insanlar için, açlıkla kıvranan çocuklar için atmıştı kalbi Rachel’in. 23 yaşına geldiğinde arkasından çekiştiren şahsi zevklerini önem sırasında en altlara iterek yıllardır çocuk ağlamasının en yüksek sesle duyulduğu Gazze’ye gidip orada zulme karşı dimdik durmuşken, zalimlerce canına kıyılmıştı. Rachel’in 23 yıllık kısa hayatının kalitesine paha biçilemezdi.

7 Ekim 2012 Pazar

1 Mayıs’a katılmak dinden çıkarır mı?




Hz. Ömer, adalet timsali bir halife. İdaresinde bulunan insanlar arasında adaleti gözetmede azami ölçüde titiz davranmış biri. Öyle ki emrindeki valilere yüksek maaş vererek rüşvete tamah etmesinler diye önlem almış, halka adaletsiz davranmalarının zulüm etmelerinin önüne geçmiştir. İstişaresiz idareciliğin olmayacağını söylemiş, valilerin kapılarını halka açmasını istemiştir. Fethettiği toprakların sınırı içinde, en ücra köşelerden gelenlerin sıkıntılarını dinlemiş ve onlara süratle çözüm aramıştır. Halka karşı taşıdığı sorumluluk duygusunu anlatan çok çarpıcı bir sözü vardır:

“Fırat kıyısında bir deve helak olsa, Allah bunu Ömer’den sorar diye korkarım.”
Her biri birer adalet tablosu olan hikayeleriyle büyüdüğümüz Hz. Ömer’le başlamak istedim. İstedim ki bu gün, 1 Mayıs’ta yüz binler Taksim’de “adalet!” diye bağırırken ben de yüz binlerin ütopyalarının realiteye dönüştüğü hayatlardan birini, bana verilmiş fırsat dahilinde dile getireyim.

İstedim ki, Hrantlar, Roboskililer, Ceylanlar, AVM Şantiyelerinde hayatını kaybeden işçiler için adalet istemeyi 1 Mayıs’a erteleyen İslamcılara dair iki satır yazayım. Kimse hiddetlenmesin diye hemen belirteyim “1 Mayıs’a katılmak dinden, imandan çıkarır mı?” gibi basit bir mantıkla bakmıyoruz. Bu, “Bizi dinden çıkarmayan her şeyi kabul edebiliriz.” düşüncesine kadar götürür. Bu kadar basit değil. Bizim her adımımızı sorgulayacak, derinlemesine ele alacak bir felsefemiz yok mu?

Derdimiz ne 1 Mayıs ne de 1 Mayıs’ta adalet arayışına çıkan hayat görüşü. Zaten Sol gelenek içinde hayatını şekillendirmiş insanların yine bu geleneğin simgesi bir günde taleplerini kendi tarzlarıyla dile getirmesinden daha normal ne olabilir ki?

Bizim asıl derdimiz adaletsizliğe maruz kalanın, zulüm görenin, köleleştirilenin, yoksullaştırılanın hakkını müdafaa etmek için İslam’ın inşa ettiği gelenek içerisinde zaman ve mekan sınırlaması olmadan hak talep edebileceğimizi göz ardı etmemiz. Ve bizim yani Hz. Ömer hikayeleriyle büyümüş, hayata bakışını onun ve saadet devri yıldızlarının hayatlarıyla şekillendirmiş insanların Hz. Ömer’i tanımayan, kabul etmeyen bir geleneğin bayramında adalet için sesini yükseltmeyi tercih etmesi.

Abdurrahman Arslan’ın dün Dosdoğru Haber’de yayınlanan röportajını okumadıysanız biraz vakit ayırmanızı tavsiye ederim.
Devlet kaynaklı din eğitimiyle, sinemayla, edebiyatla, Müslümanların birbirine vermesi gereken hesapla ilgili ezber bozan fikirler barındırıyor bu röportaj. Abdurrahman Arslan olur-olmaz, dinden çıkarır-çıkarmaz yaklaşımını elinin tersiyle bir kenara itmiş. Sanatı, devletin din eğitimini ve diğer konuları altında yatan felsefeyle ele almanın gerekliliğini vurgulamış. Bir kısım İslamcıların 1 Mayıs yaklaşımlarını irdelerken bu röportaj yetişti imdadıma. “Geçmişte kurulmuş ancak şimdilerde yıkık durumda olan bir teorimiz var ve onun restorasyonu gerekli” Abdurrahman Arslan’ın anlattığı bu. “Dini 1 Mayıs bilinciyle tanıştıracağız” iddiası restorasyon için bir adım kabul edilebilir mi? Hiç sanmıyorum, belki de bu iddia sadece teorimizdeki hasarı arttırır.

Abdurrahman Arslan’ın sinemayla ilgili bizi düşünmeye sevk eden şu çarpıcı cümlelerine dikkatinizi çekip bitireyim:

“Oysa “sanat nedir” sorusunu sorduktan sonra bunun üzerine konuşmamız lazım. Bu ne kadar İslam’a uygun bir şeydir? Hatta ben diyorum bu son dönemlerde gençleri ilgilendirdiği için söylüyorum, sinemayı da konuşalım. Bu ne kadar İslam’a uygun bir şeydir? İranlılar ödül alıyor diye bunu onaylayacak mıyız yani? “Kemalizm bunu yasakladı yapılan doğrudur, İranlılara ödül verildi o zaman sinema iyidir” mantığı bence kabul edilebilir bir mantık değildir.”

Siber Alemin Mağdurları



Geçen hafta İstanbul’da MEB’in ve üniversitelerin işbirliğiyle düzenlediği “Teknoloji bağımlılığı kongresi”ne gitme fırsatı yakaladım. Bu faydalı organizasyon bize, MEB’in okulları bir taraftan bilgisayar çöplüğüne dönüştürürken,diğer taraftan ‘bilgisayarlı eğitimin’ sonuçları konusunda paniklediğini gösteriyor sanırım. En son yem olan tablet bilgisayarlarla beslediği canavarı terbiye etme çabası da olabilir. Ben yine de , canavarı terbiyenin çok kolay olmayacağı ve bilgisayar çöplüğüne dönmüş okullardan naif insanların çıkamayacağı ile ilgili endişelerimi bir süreliğine bir kenara bırakıp kongrede anlatılanları yansız dinlemeye başladım. Dinlerken de kıymetli bulduğum tüm analizleri kayıt altına aldım. İşte hal-i ahvalimizi anlatan ilginç analizler:

İlk olarak şu soruyla başlıyoruz: Neden elektrik teknolojisine muhalif değiliz de internet teknolojisine muhalifiz?
Cevabı hiç karmaşık değil, diyor kıymetli uzmanlar. Yeni teknoloji, yani internet teknolojisinde bizler bedenimizi geride bırakıp siber alemde keşfe çıkabiliyoruz. Zaman olmadan sınır olmadan, bedenlerimizi geride bırakarak seyahat ediyoruz. Kim olduğumuzun bilinmesi gerekmiyor. Bunun içindir reel hayatta sosyal fobisi olan bir insan sosyal medyada aslan kesilebiliyor. Mesela politik konular hakkında uzun ve kendinden emin yazılar yazabiliyor. Bir de siber alemde hiyerarşi yok. Mesela bir çalışan gündüz kızdığı patrona akşam bir sahte kimliğe bürünüp haddini bildirebiliyor.

Bazen “trendeki yabancı” misali siber alemde karşılaştığımız insanlara “Nasıl olsa gerçek hayatta karşılaşmayacağım.” düşüncesiyle tamamen kendimizi açabiliyoruz. Tamamen açmayıp yeni bir kişi de oluşturabiliyoruz. Narsistik eğilimimizi kışkırtan bu ortamda benliğimizi istediğimiz gibi şekillendiriyoruz. Ne de olsa herkesin her şeyi söyleyebildiği bir ortam. “E bu ifade özgürlüğü değil mi?” savunmasına geçenler için, “Belki de yalan söyleme özgürlüğüdür.” karşılığını verebiliriz. Kadın olanın kendini erkek olarak tanıtabilmesi, gibi…

Bu noktada sunum yapan uzmanlara benim eklemek istediğim, siber alemin bu özelliği biraz da bizi küstahlaştırıyor. Bir film\kitap eleştirmek, bir fikre karşı argüman geliştirmek için faydası vardır belki ancak; durum bundan ibaret değil. Aktif kullanıcı sayısı 100 milyon civarında olan twitter’ı, tek okuyucusu biz (belki bir de sırlarımızı araştıran acar ablamız) olan günlüğümüz gibi kullanabiliyoruz. Yazdıklarımızda kendimizi tüm olayların merkezine koyabildiğimiz gibi pervasızca insanlara hakaretler savurup, inançlarıyla dalga geçiyor ve hayat tarzlarını küstahça küçümseyebiliyoruz.

Uzmanlar, internet teknolojisinin hormonlu bir büyüme gerçekleştirmesini de uzun uzun ele aldılar. Hiçbir teknoloji bu kadar hızlı gelişmemiş ve gelişirken bu kadar çok zarar vermemişti. Blog’dan twitter’a geçişe bakın. Önce insanlar bloglarda “kedim Tekir hakkında buraya yazmak istiyorum” diye aylık belki haftalık yazılar yazarlardı. Sonra Tekir ile alakalı paylaşımlar şu şekilde hızlandı: “kedim hapşırdı” twitleri… Kısa bir süre sonra “a kedim yine hapşırdı.” twitleri ve iki saat sonra “kedim 2 saattir hapşırmıyor, bir şey mi oldu?”  twitleri…

Bu hızlı ilerleme ile ilgili benim ekleyeceğim nokta ise şu: Bu gelişimle hızlı iletişimde hat safhaya gelindi. Hızlı paylaşım sağlayan bir ortam insanların iletişimini kolaylaştırdı. Bu da bazı kültürlerde daha hızlı organize olmaya olanak sağladı. Arap coğrafyasında sosyal paylaşım sitelerinden devrim öncesi örgütlenmeler güzel örnekler olabilir. Ancak bizim kültürümüzde farklı bir etki gösterdi. Hızlı eylemde bulunmak yerine, eylemi klavye aracığıyla ifade edip, gerçekleştirmemek. Burda herhangi bir fiilden, alelade bir eylemden bahsediyorum. Mesela “çok kitap okumalıyız” diye saatlerce paylaşımlar yapıp kitap okuma eyleminin zamanından çalabiliyoruz. Ya da İslami kesim için  “namazın öneminden ve bazı yaşı geçkin sunucuların sözde çarpıcı haberler yaparak bizi bundan vaz geçiremeyeceğinden dem vuran twitler atıp duruyoruz. Bu arada biz vaktin namazını eda etmeden diğer vaktin ezanı için müezzin hazırlıklarına başlamış oluyor. Geçmiş olsun, internet bize eylemi savunma fırsatı verip eylemin kendisini öldürdü bile çoktan!

Hatta bir arkadaşımın komplo teorisini aktarayım: twitter ve facebook gibi sosyal paylaşım siteleri  aslında tam da bu amaçla geliştirildi. Yani Müslümanların saatlerce oturup zaman harcamasını sağlamak ve bu sayede eylemde bulunmasını engellemek. Böylece Müslümanları siber alemin komplo kurbanı mağdurları haline getirmek. Ne dersiniz belki de öyledir?:)

3 Ekim 2012 Çarşamba

90’larda İslamcı Kürt Çocuğu Olmak


   
    Türkiye’de 90’lı yıllarda çocuk olmak, başka herhangi bir on yılda çocuk olmaktan oldukça farklı. O yıllarda çocuk olanların anılarının arasında, dönüp geriye bakıldığında daima süratle sivrilen küçük travmalar saklıdır. Öyle ki, silinip giden oyun anılarına oranla çocuğu pek de ilgilendirmiyormuş gibi görünen bazı olaylar daha detaylı, kalıcıdır. 90’lı yıllar epey bunalımlı yıllardır.

   İşte bu bunalımlı yıllara geçtiğimiz hafta Gerçek Hayat Dergisi’nde önemli bir yer ayrılmış. Arkadaşlar 90’lı yıllarda İslamcı olmanın inceliklerini kaleme almışlar. Kendi çocukluk dönemlerinden anılar derleyerek, “bizim mahallenin” doksanlı yıllarını anlatmışlar. 90’larda çocukluğunu tamamlayan biri olarak yazıda kendime yakın bir şeyler bulduğum gibi biraz eksik ve bir parçası göz ardı edilmiş gibi de geldi.

   90’lı yıllarda İslamcı bilmem kaç milyon Kürt çocuğundan biri olarak belki de bu mahallenin çok uzağından olmasa da biraz dışından ve biraz hüzünle okudum yazıyı. “İslamcı çocuğu olmak” hiçbir alt kimliğe vurgu yapmayan güzel bir başlık. Arkadaşlar “Etnik kimlik gözetmeden yazdık.” diyebilirler. Evet,bu yaklaşım belki şimdilerde, içinde bulunduğumuz şu yıllar için geçerli olabilir ancak; 90′lı yıllar için geçerli olamayacağını düşünüyorum. Çünkü o dönemde göz ardı edilemeyecek şekilde ülkenin doğusundan göçüp gelmiş ve uzun bir süre yabancı kalmış büyük bir grup vardı. Onlar yazıda işlenmiş yaşanmışlıkların bir de ekstralarını yaşıyorlardı. Bu grup bahsettiğiniz yılların ana konularından bir diğeriydi. O grup yani Kürtler, yokmuş gibi davranılıp varlığıyla mücadele edilen bir gruptu.
   
   Yazıyı hazırlayan arkadaşlara “Neden o açıyla baktınız da bu açıyla da bakmadınız?” demek biraz garip oluyor farkındayım ama; sol omzunun üzerinden “Asimile olmuşsun” sağ omzu üzerinden “Bölücü müsün?” fısıltılarına maruz kalmış ve sağına soluna yabancılaşmış doksanlı yılların çocuklarının içlenmesi bu, mazur görüle. Yakın bir zamanda yine böyle içlenmmiştik. Hani Halepçe Katliamı’nın yıl dönümü Cuma gününe denk gelmişti ya, Cuma hutbesine kulak kabarttım caminin yanından geçerken. Herhalde Halepçe katliamıydı imamın hüzünle anlattığı diye düşündüm. Yanılmışım… Yıldönümüne iki gün kalan Çanakkale Savaşı’ydı hutbe konusu…
90’lı yıllarda İslamcı çocuğu kardeşlerimin affına sığınarak nazire olsun diye kısa bir “90’lı yıllar” yazısı da ben yazmak istiyorum.

90’larda İslamcı Kürt Çocuğu Olmak

Doksanlı yıllar ve göç çeşitleri
Göç olgusuna herkes aşina. Ne de olsa herkes bir yerlerden göçmüştür İstanbul’a. Ekonomik sebeplerden ötürü rızasıyla göç edenlere karşın bir de zorla göç ettirilmişler var. 90’lı yılların bir kısım Kürt çocuğunun hatıraları arasında bir de zorunlu göç yer kapar. Toprağından zoraki ayrılık. 90’lar başlarken  köy koruculuğunu kabul etmeyen Kürt köyleri boşaltılmaya başlanmış 1993 döneminde “Alan Hakimiyeti” planıyla bu boşaltma hız kazanmıştı. O yılların Kürt çocuğu göç yolculuğunda hep kendi toprağından koparılışının anlamını aradı. Hemen dağın ardında sandığı büyük şehre yolculuk bir oyun gibi gelse de, kamyon kasasında bir gün bir gece evcilik oynasa da besmele çekip diktikleri fidanı kimin sulayacağı konusunda uzun süre endişe yaşadı. Zorunlu göçü bizzat yaşamadım, bizimkisi rızaylaydı. Bu yüzden bizim göçün acısı zorunlu göçe nazaran bir doz düşüktü.

Danimarkalı Gelin kadar Türkçe bilmeyenler
90’lı yıllara yeni başlamışken doğudan göç etmiş Kürt bir ailenin çocuğu bir taraftan göç etmiş olmanın sıkıntısını yaşıyorken bir de Kürtçe konuşmaması gerektiğiyle ilgili telkinler aldı. Bir yabancının yanında ağzından kaçırdığı her Kürtçe sözcükten ötürü polis tarafından götürüleceği korkusu yaşadı. Yine de televizyondan(televizyon çok yaygın değildi, bir köyde en fazla iki tane) ya da köy öğretmeninden öğrendiği dilin yaşam alanına girmek onu heyecanlandırırdı ve hızlı daha iyi öğrenirdi. Ama o Kürt çocuklarından hiçbirinin annesi çocuklarıyla aynı hızda Türkçe öğrenemedi. Ve İslamcı kardeşleriyle aynı anda tv başında olmasına rağmen Danimarkalı Gelin’i bütünüyle anlayamadı. Yine de onlar da mutlu sona sevindiler.

Mücahit Erbakan!
Şehit haberleri, baskınlar, mayın patlamaları, yol kesen teröristler, Kürtler… O yılların vahametini anlatmak için yeterli örnekler mi? Değilse, devam edelim.
90’lı yıllar boyunca devam eden çalkantılı siyasi hayatın televizyon ekranından Kürt çocuğun hafızasına yerleşmiş halini de betimlemek gerekir. Televizyon ekranı diyorum zira mitinglere katılma, konvoylar oluşturma yan belirlemekti ve yansız olmak Kürtleri farklı cephelerden gelecek belalardan hep korumuştu. Alnında yeşil bandajıyla iki elinin baş parmaklarını havaya kaldırmış çocuğun “Mücahit Erbakan!” sloganlarıyla birlikte verilen görüntüsünden ibaret olduğunu sanıyordu siyasi hayatın. Çok da uzun olmayan bir süre sonra onun yerini başörtüsü eylemlerinde güvenlik güçleri tarafından tartaklanan genç kızların görüntülerinin aldığını görmesi Kürt çocuğunu da sarsmıştı. Ama o yeşil bandajlı çocuğu hep sevimli bulmuş Mücahit Erbakan sloganını da hep sevmişti. Evinden çıkan oyların Hoca’ya gittiğinden de haberdardı.

Bir yaz tatili etkinliği
Yazın zorla boşaltılmış köye geri dönüp tatil günlüğü tutamayacağı için 90’lı yıllar boyunca tatilini İstanbul betonunda koşturarak geçiren Kürt çocukları vardı. Oyuna ara verip arkadaşlarla hep birlikte gidilen Kur’an kursu da yaz tatilinin vazgeçilmeziydi. Annenin oyalı yazmalarından biri özenle bağlanıp gidilen mahallenin kur’an kursunun polis baskınına uğramış olduğunu duymak oldukça üzücüydü. Elinde cüzü, mühürlenmiş kapıdan içeri bakmaya çalıştıktan sonra, artık olaylara biraz daha anlam yükleyerek –tabi hala çocukça anlamlar- geri dönüşler vardı.

Kısaca eklemek gerekirse: “Bunlar geldiler, şehri mahvettiler.” diyen pek süslü pek şehirli teyzeler, hem Kürt hem yobaz ailelerin bol “pekiyi”li çalışkan çocukları, 45 kişilik ilkokul sınıfları, o sınıfların namaz kıldığını hayati bir sır gibi saklayan öğretmenleri, sahte şeyhler, ekranda ağlayan aldatılmış\aldatan müritler, siyasi krizler, ekonomik krizler hortumlanan bankalar, işsiz kalan babalar, boş yazar kasasını betona vuran protestocu esnaf amcalar…
Hepsinin toplamı, İslamcı Kürt çocuğun epey travmatik 90’lı yılları…

Güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?



    Nisan, doğmak için güzel bir ay. Nisan ayı bahar aylarının en güzeli. Ne yaz harareti var ne kış soğukluğu. Ilık üfleyen bir rüzgârı var (İklim değişikliği göz ardı edilmiştir. Bahsettiğim çocukluğunuzdaki Nisan) Vukuatı azdır ama en az Eylül kadar pembe gülüşlü kız çocuklarına isim olmayı hak ediyor.

   Bir de Sevgili’nin doğumudur ya. Belki oradan bir benzerlik yakalama çabasıyla ayrıca sevilir.
İşte böyle güzelliklerle ilişkilendirip anlamlandırmaya çalışıyorum doğum günlerini. Yoksa sadece doğduğumuz gün olarak çok da anlamlı gelmiyor. Şöyle açıklayayım. Malum, bir yas geleneği vardır. Her kültürde farklı ritüelleri olan bir gelenek. Bir yakının, bir sevdiğimizin öldüğü gün siyah bir gündür. Herkesin mutsuz olduğu gün. Haddimizi aşıp nesnelere, sayılara, hayvanlara uğursuzluk atfettiğimiz gibi bir de ölüm gününe uğursuzluk atfederiz. Suçlarız. Oysa ilk günün de suçu vardır ölümde son gün kadar ve ikinci ve üçüncü günün de. Çünkü “bütün günlerin ölüme gittiğini, son günün vardığını” dikkatli bakınca görebiliriz.

   O zaman doğum günleri en fazla hayatımızdaki diğer günler kadar kıymetli hale gelmez mi? Başlangıcı MÖ 3000 yıllarına dayanan, ilk adımını Mısırlı bir firavunun attığı doğum günü kutlamaları anlamını yitirmez mi? Belki sadece bir şükür vesilesi olarak kalır. Biz hiçken\ yokken bize varlık veren, beden giydirip dünyaya gönderen Allah’a şükür. Yoksa şaşaalı bir “BEN doğdum”  kutlamasına değil.

   Ölümden bahsetmişken, mezarlıkların ve hastanelerin ölüm fikrine yaklaştırdığını söylerler hep. Henüz mezarlık ziyareti yapıp tefekkür etme adeti edinemedim maalesef ancak; yolum sık sık hastanelere düşer. Geçen hafta yine bir hastane ortamında ölüm fikriyle didişir buldum kendimi. İtiraf edeyim epey hırpalıyor. Ne de olsa bir Müslüman olarak eksik yaşayan, hatalarla iç içe olan insanlarız. Hesap günü mahcup olmaktan endişelendiğimiz için evet, ölümden de korkarız. Bir de yaşayıp da deneyimleme şansımız olmadığından tam açıklayamıyoruz nasıl bir süreçten geçeceğimizi. Ham olmaktan herhalde bu konuda ayetlerin ifade ettiklerini de tam anlamıyla idrak edemiyoruz. Bu yüzden belirsizlikten gelen bir korku hali de bürüyor bizi. İşte bu korku içinde terapötik bir etkisi olsun diye onun korkutucu bir son, bir karanlık olmadığına dair bir güzel insan Necip Fazıl ne demiş bir bakayım dedim.

Ruhum öz dünyasına kaçmak için gayrette;
Yalan dünyaya şimdi inmiş gibi hayrette. (1982)

Sabah akşam öğlende,
Aklım büyük şölende. (1978)

Bu dünyada renk, nakış, lezzet, ne varsa küsüm;
Gözümde son marifet, Azraile’e tebessüm. (1978)

Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber? (1978)

LeBon’a Newroz olaylarını sorduk

 


   Okuldayken kürsüdeki öğretim görevlisinin mağrur bir şekilde bizi akademik bilgi bombardımanına tutmasına çok kızardım. Tüm saatlerimizi bu kadar psikolog\sosyolog\düşünürün kaygılarını paylaşmaya ayırıp, bu fikirlerin kendi hayatımızdaki uygulaması üzerinde kafa yormamamız anlamsız gelirdi. Hala uygulamasız üniversite eğitimine tavrım değişmiş değil ancak; şimdilerde uygulamalı eğitimin sorumluluğunun birazını da öğrenciye veriyorum. Bunun sebebi yakın zamanlarda etrafta olup biteni anlamaya çalışırken unutulmaya yüz tutmuş teorik bilgileri kullanma çabasının işe yaraması.
   Bunlardan bazıları Ünlü Fransız Sosyal Psikolog Gustave LeBon’un fikirleri. LeBon geçtiğimiz hafta içerisinde fikri anlamda sık sık ziyaret etti beni. Kendisi “Kitle Davranışı ve Kimliksizleşme” konuları üzerinde çalışmış bir araştırmacı. Kitle davranışını, “kalabalık içinde ortaya çıkan ve çoğu zaman kontrolsüz bir şekilde gelişen davranışlar” şeklinde tanımlayabiliriz. Kitle davranışı ülkenizin geçmişinde birçok utanç sahnesinin sebebi oldu. Bugünlerde gündemde olan Sivas olayları ve Başbağlar katliamı bunun en önemli örneklerinden.
   Geçtiğimiz hafta Newroz kutlamalarındaki kitle davranışlarını hatırlayın. O kalabalığın içine dâhil olmayıp da benim gibi televizyon ekranından olup bitene bakanların ne kadar şaşırdığını ve tedirgin olduğunu tahmin edebiliyorum. Bir bahar bayramında kutlama amaçlı toplanmış kalabalıkta Newroz kutlama geleneğiyle alakası olmayan davranışlar gözlemledik. Duraklar kırıldı, toplu taşıma araçları kullanılamaz hale getirildi, binalar taşlandı, araçlar ateşe verildi. (En ilginç ve incelemeye değer bulduklarımdan biri) ağaçlar yerlerinden sökülüp koltuk altında bir bilinmeze doğru taşındı.
   Şimdi bu davranışlara “polisin saldırması sonucu kalabalığın tepkisi” demek isteyenler olacaktır elbet ancak bu açıklamayı “Şiddete maruz kalan kalabalığın karşılığı polise vermesi gerekmez miydi?” sorusuyla irdeleyebiliriz. Ya da lütfen biri o yerinden sökülen taze fidana kabahatini açıklasın! Devletin malına zarar verme fetişizmini de bir tarafa bırakırsak, sanırım ikna edici bir açıklama yok (Devletin malı ifadesi de ayrıca tartışmaya açık. Ne de olsa hala “Vergilerimiz bize hizmet olarak geri dönüyor.” inancıyla vergilerini aksatmayanlar var.)
   Bu noktada sözü tekrar LeBon’a bırakalım. LeBon, kitleleşme sürecini üç psikolojik mekanizmayla açıklıyor. Bunlardan ilki “anonimlik”. Buna göre kalabalık içinde kişinin sorumluluk duygusu azalır. Artık yapacağı davranışın ne kadar saçma ve yıkıcı olacağı onu düşündürmez. Sorumluluk onun değil, kitlenindir. Normal zamanlarda tek başına bir binayı taşladığında hissettiğini hissetmez mesela.
   İkinci mekanizma “bulaşma”.  Kitlede ortaya çıkan davranış hızla ve kontrolsüz bir biçimde yayılır. “Neden araçlara saldırdınız?” sorusuna “Nasıl başladı bilmiyorum, herkes yapıyordu ben de yaptım.”cevabı duyma ihtimalimizi düşünün bir.
   Üçüncü mekanizma “kolay yönlendirilebilirlik.” Kitle içinde kişisel bilincini yitirmiş birey lider konumda olan veya etkileme gücü yüksek olan kişiler tarafından kolayca yönlendirilebilir. Bu size oldukça tanıdık gelmiştir.  Ülkemizde nerede bir kalabalık toplansa “provokatör” rolünü üstlenmiş olanlar da rollerinin hakkını vermek için ellerinden geleni yaparlar. Kalabalık kendine geldiğinde amacından uzak hatta kimi zaman amacının tam aksi davranışlar gerçekleştirmiştir. Newroz’da “kutlama”amacıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan “nesnelere zarar ver, sök, kır, parçala” davranışı buna açık örnektir.
Toparlarsak, geçen haftaki kâbusumuzun başrolündeki kitle içinde “kimliksizleşen” bireyin, bencil, saldırgan ve dürtüsel davranış gösterdiğini söyleyebiliriz. Dengesiz ve ilkel davranışlar kalabalığın toplanma amacıyla bağdaşmayan bir tablo oluşturdu.  Bu tabloyu LeBon kaynaklı fikirlerle açıklamaya çalıştık. İtirazlar olacaktır mutlaka, itirazlar üzerinde de düşünmeye açığız. Yeter ki salt düşmanlık ve kin kaynaklı olmasın. Kalabalığı ve kalabalığı izleyenleri birbirine yabancılaştırmasın.
   Son olarak LeBon’a yapılmış bir eleştiriyle bitirmek istiyorum. Bazı kuramcılar “kitle davranışında kimliksizleşme” yaklaşımına mesafeli durmuşlardır. Kitlenin her zaman hastalıklı davranmadığını bazı durumlarda yardım yapmak gibi olumlu davranışlar da göstereceğini savunmuşlardır. Böyle örnekleri de es geçmemek lazım.