Hz. Ömer, adalet timsali bir halife. İdaresinde bulunan insanlar arasında adaleti gözetmede azami ölçüde titiz davranmış biri. Öyle ki emrindeki valilere yüksek maaş vererek rüşvete tamah etmesinler diye önlem almış, halka adaletsiz davranmalarının zulüm etmelerinin önüne geçmiştir. İstişaresiz idareciliğin olmayacağını söylemiş, valilerin kapılarını halka açmasını istemiştir. Fethettiği toprakların sınırı içinde, en ücra köşelerden gelenlerin sıkıntılarını dinlemiş ve onlara süratle çözüm aramıştır. Halka karşı taşıdığı sorumluluk duygusunu anlatan çok çarpıcı bir sözü vardır:
“Fırat kıyısında bir deve helak olsa, Allah bunu Ömer’den sorar diye korkarım.”
Her biri birer adalet tablosu olan hikayeleriyle büyüdüğümüz Hz. Ömer’le başlamak istedim. İstedim ki bu gün, 1 Mayıs’ta yüz binler Taksim’de “adalet!” diye bağırırken ben de yüz binlerin ütopyalarının realiteye dönüştüğü hayatlardan birini, bana verilmiş fırsat dahilinde dile getireyim.
İstedim ki, Hrantlar, Roboskililer, Ceylanlar, AVM Şantiyelerinde hayatını kaybeden işçiler için adalet istemeyi 1 Mayıs’a erteleyen İslamcılara dair iki satır yazayım. Kimse hiddetlenmesin diye hemen belirteyim “1 Mayıs’a katılmak dinden, imandan çıkarır mı?” gibi basit bir mantıkla bakmıyoruz. Bu, “Bizi dinden çıkarmayan her şeyi kabul edebiliriz.” düşüncesine kadar götürür. Bu kadar basit değil. Bizim her adımımızı sorgulayacak, derinlemesine ele alacak bir felsefemiz yok mu?
Derdimiz ne 1 Mayıs ne de 1 Mayıs’ta adalet arayışına çıkan hayat görüşü. Zaten Sol gelenek içinde hayatını şekillendirmiş insanların yine bu geleneğin simgesi bir günde taleplerini kendi tarzlarıyla dile getirmesinden daha normal ne olabilir ki?
Bizim asıl derdimiz adaletsizliğe maruz kalanın, zulüm görenin, köleleştirilenin, yoksullaştırılanın hakkını müdafaa etmek için İslam’ın inşa ettiği gelenek içerisinde zaman ve mekan sınırlaması olmadan hak talep edebileceğimizi göz ardı etmemiz. Ve bizim yani Hz. Ömer hikayeleriyle büyümüş, hayata bakışını onun ve saadet devri yıldızlarının hayatlarıyla şekillendirmiş insanların Hz. Ömer’i tanımayan, kabul etmeyen bir geleneğin bayramında adalet için sesini yükseltmeyi tercih etmesi.
Abdurrahman Arslan’ın dün Dosdoğru Haber’de yayınlanan röportajını okumadıysanız biraz vakit ayırmanızı tavsiye ederim.
Devlet kaynaklı din eğitimiyle, sinemayla, edebiyatla, Müslümanların birbirine vermesi gereken hesapla ilgili ezber bozan fikirler barındırıyor bu röportaj. Abdurrahman Arslan olur-olmaz, dinden çıkarır-çıkarmaz yaklaşımını elinin tersiyle bir kenara itmiş. Sanatı, devletin din eğitimini ve diğer konuları altında yatan felsefeyle ele almanın gerekliliğini vurgulamış. Bir kısım İslamcıların 1 Mayıs yaklaşımlarını irdelerken bu röportaj yetişti imdadıma. “Geçmişte kurulmuş ancak şimdilerde yıkık durumda olan bir teorimiz var ve onun restorasyonu gerekli” Abdurrahman Arslan’ın anlattığı bu. “Dini 1 Mayıs bilinciyle tanıştıracağız” iddiası restorasyon için bir adım kabul edilebilir mi? Hiç sanmıyorum, belki de bu iddia sadece teorimizdeki hasarı arttırır.
Abdurrahman Arslan’ın sinemayla ilgili bizi düşünmeye sevk eden şu çarpıcı cümlelerine dikkatinizi çekip bitireyim:
“Oysa “sanat nedir” sorusunu sorduktan sonra bunun üzerine konuşmamız lazım. Bu ne kadar İslam’a uygun bir şeydir? Hatta ben diyorum bu son dönemlerde gençleri ilgilendirdiği için söylüyorum, sinemayı da konuşalım. Bu ne kadar İslam’a uygun bir şeydir? İranlılar ödül alıyor diye bunu onaylayacak mıyız yani? “Kemalizm bunu yasakladı yapılan doğrudur, İranlılara ödül verildi o zaman sinema iyidir” mantığı bence kabul edilebilir bir mantık değildir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder